Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son birkaç ayda, “Askeri vesayet” rejimini eleştiren yazı ve haberlerin çokluğuna istatistiki bir değer olarak bakanlar, Türkiye'de ordu aleyhtarı bir damarın gitgide yükselmekte ve güçlenmekte olduğunu düşünebilirler. Bazılarımız, –bu satırların yazarı da dahil- bu durumdan endişeye kapılarak “Ordu aleyhine eleştirilerin artması, silahlı kuvvetleri zaafa düşürebilir mi?” endişesini de seslendiriyorlar. Böylece üniformalı ordu mensuplarının, en büyük meselelerden birini teşkil ettiği gibi bir manzara çıkıyor ortaya.

Bu zahiri bir görüntü, hakikat daha başka.

Askerlerin, kendileriyle doğrudan ilgili olmayan işler hakkında yürüttüğü fikirleri bugün beğenmiyoruz. Çünkü yetiştirilme tarzları, askerlik dışındaki alanlarda uzmanlık geliştirmelerine mani oluyor. Bir yerde askerler nosyon ve eğitimlerinin gereğini yerine getiriyorlar. Daha başka türlü davranabilmeleri pek mümkün görünmüyor, zira onları kendi mesleklerinin dışında fikir beyan etmeye çağıran, teşvik eden, hatta düpedüz zorlayan bir kamuoyu baskısının tesiri altındalar.

Bunları kısaca askerden daha ziyade postallı siviller diye isimlendirebiliriz.

Hayır, bu insanlar militarizme hayran oldukları, askeri yönetime bayıldıkları veya Cumhuriyet'in ancak askerlerin vesayetinde kendi yolunda gidebileceğine inandıkları için ordu yanlısı değiller; onlar askerlerin elindeki politik güçten yararlanmak, o gücün gölgesinde ve alanındaki iktidarı kullanmak istiyorlar. Bunu yapabilmek için askerlerin hoşuna gidecek bir dil kullanmak zorunda olduklarını biliyorlar; bu dil, üç aşağı beş yukarı askeri vesayet rejimi dediğimiz sistem arızalarının temel esaslarını savunmaktan ibaret kalmaz, orduya duyulan güven ve sevgiyi de abartılı bir tarzda tekrarlar. Cumhuriyetin devamlı olarak tehdit ve baskı altında olduğundan yakınılır; buna mukabil Cumhuriyet düşmanlarının ancak orduya diş geçiremediğinden bahsedilir. Askerlere yönelik eleştiriler devlet, Cumhuriyet ve hatta vatan düşmanlığı ile aynı safta imiş gibi sunulur.

Postallı siviller, bir ordunun başına gelebilecek en büyük talihsizliklerin başında gelirler çünkü modern demokrasilerde askerlerin sahip olması gerektiği demokratik algı ve saygıyı bozarlar ve askerle “iç düşmanlar”ı işaretleyerek onların mütemadiyen alarm durumunda kalmasını isterler.

Askerlerin bütün davranışlarını aklamak ve aklî göstermek gibi bir misyonları vardır ve işte bu yüzden askerler, “biz bir darbe yaptık” demiş olsalar bile takım elbisenin altına postal giymiş sözde siviller, “hâşâ; siz öyle kötü şey yapmazsınız, yaptığınız çok ulvi bir şeydir” diyerek mürai-

lik sanatının doruğuna çıkabilirler. Nitekim Cemal Madanoğlu, 27 Mayıs 1960 günü öğleden sonra olanları şöyle anlatır: “Dedim ki, sayın hocalar, profesörler. Biz bir iş yaptık. Ağzımdan böyle çıktı. Bunlar hemen bağırdılar. Siz vatan kurtaran arslansınız, şöyle yaptınız, böyle ettiniz filan. Dedim, şimdi edebiyatın sırası değil. O sonra. Şimdi beni dinleyin.” (Erdoğan Günal, Türkiye'de Demokrasinin Yüzyıllık Serüveni, S.147).

Asker ruhlu sahte sivillerin mürailiği demokrasiye zarar vermekle kalmaz, en büyük kötülükleri, askerleri siyasi platforma çekerek onların muharebe ruhunu sekteye uğratmaktır. Bizim askerimiz, ordunun iç politikaya karışmakla ne kadar güç kaybedeceğini Balkan Harbi'nde yaşanan kötü örneklerden ötürü gayet iyi bilir fakat şimdiki an zarfında olup biten şeyin “siyasete karışmak” değil, devletin bekasını kurtarmak neviinden kaçınılmaz bir vazife olduğuna inandırıldığı için durumu fark edemez. Bu yüzdendir ki Türk Silahlı Kuvvetleri'nde, 1950'li yılların ortalarından beri irili ufaklı komitacılık teşebbüsleri veya dedikoduları maalesef hiç bir zaman son bulmamıştır.

Asker, asli vazifesine dönmek arzusu gösterse bile asker ruhlu siviller tarafından siyasete müdahil olmaya özendirilmektedir; çünkü postallı sivillerin geliştirdiği bir edebiyat türüne göre siviller, bu vatanın kurtarılması esnasında kendi kâr ü kisbiyle uğraştıkları için ülke yönetiminin incelikli usullerini bilmezler ve kutsal emanetlere karşı hoyrat davranırlar. Ortalama süreyle sivillerin on yıl civarında işbaşında kalması, yönetimin askerler tarafından esaslı surette bakım ve onarıma alınarak gözden geçirilmesini gerektirmekte, askerler de bunu pek istememelerine rağmen, “bu da bir memleket hizmetidir” endişesiyle istemeye istemeye yapmaktadırlar.

Devrin gazete ve dergilerini açıp bakınca şaşırmamalısınız; darbe yapan komitacı askerlere yönelik övgüler ballandıra ballandıra aylarca tekrar edilmiş, devletin tam uçurumun kenarında mahvolmak üzere iken askerler tarafından kurtarıldığı ileri sürülmüştür. Gazetecisi, hukukçusu, bürokratı, öğretim üyesi, yazar-çizeri ve aydınıyla postallı siviller, Türkiye'de askeri vesayet rejimini bükülmez hale getirecek anayasa ve kanun maddelerinin başlıca mimarları arasındadır.

Askeri vesayet rejimi, bizatihi askerlerin değil, neredeyse tamamen sivillerin eseridir; ayağı postallı sivillerin... Eğer onların ikiyüzlülüğü ve mürailikleri olmasaydı askerlerin politikayla ilgilenmek yerine kendi mesleklerinde daha başarılı olmak için kendilerine daha verimli bir rota çizebilmeleri mümkün olurdu?

Emekli generallerin hatıra kitaplarına bakınız; herbirinde yukarda anlatılanlara benzer onlarca vaka göreceksiniz.

Demokrasimizin bir sivillik problemi var; sivillik, insanların asker aleyhtarı olması anlamına gelmez, bilakis insanların teker teker veya örgütlenmiş halde varlıklarını, devletin dışındaki iradi alanlarda da inşa ve ifade kabiliyetlerini ortaya koyar. Sivil, resmi'nin veya askerin zıddı değildir; kendini askere veya devlete yaslanmadan ifade edebilme kabiliyetidir.

Oysa ki Türkiye'de ne kadar çok insan ve ne kadar çok kurum, kendilerini devletle veya askerle ilintilendirmeden varlıklarını izah edemiyorlar; sudan çıkmış balığa dönüyorlar.

Bu yüzdendir ki Türkiye'de sivil toplum kurumlarının mühimce bir kısmı, aslında STK filan değildir; postalsever sivillerin kendilerine kamuya veya askere teyelleme çabasının tezahürüdür.

Bu insanlar gerçekte darbe sevmezler elbette, fakat kullandıkları iktidar alanı daralacağına darbe olmasını daha yeğ tutarlar; askerliğe karşı fıtri bir sevgileri olmamasına rağmen haksız rekabetten avantaj sağlamak için askerleri kışkırtmayı veya vesayet rejiminin temeline harç taşımayı tercih ederler.

Başta da ifade ettiğim gibi, postallı sivil takımı, bir silahlı kuvvetlerin başına gelebilecek en talihsiz, en kötü musibettir; bir orduyu dejenere etmek için daha elverişlisi bulunamaz. Bunlar, askerlerle telefonda konuşurken esas duruş gösterdiklerini ileri sürecek derecede hafif yaratılışlıdır. Pratik alanlarda askerlerle kurdukları sıcak ilişki ve muhabbetin bereketini toplamakta kusur etmezler, bilhassa emekli askeri personelle akçalı ilişkiler peydahlayarak samimiyetin, “izah edilemez” boyutlara ulaşmasına katkıda bulunurlar.

Türk demokrasisinin en büyük eksiği budur; Türkiyede askerler var, güçlü bir devlet cihazı var, son derece göze görünür kamu alanları mevcut fakat “sivil” çok az; insanların devlete yaslanmadan kendilerini ifade edebileceklerine duydukları inanç çok zayıf. Takım elbise veya sportif kıyafetle dolaşanları, yani işini yaparken üniforma giymeyenleri “sivil” zannediyoruz fakat Türkiye'de postalla dolaşanların sayısı, askerlerden çok daha fazla.

Sivil bilincin gelişmesi, edebiyatla lâfla olacak iş değil; geçimin genişlemesine, insanların meslek sahibi olmalarına, ekonominin büyümesine, serbest teşebbüsün yaygınlaşmasına bağlı. Demokraside çağdaş kriterleri yakalamak için hayli mesafe almamız gerekiyor.

Bu sürenin kısalabileceğini ummuyoruz; gereğinden çok uzamasın, buna da razıyız.