Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Tekrar olacak fakat kaçınılmaz; fikrî ve özellikle ideolojik nokta-i nazardan Türkiye’de “Sağ” hareket (Aslında “Reaksiyon” demelidir!), varlığını “Sol”a borçludur.

Sol aksiyonun bütün alanları kaplar gibi göründüğünde durumdan rahatsızlık hissedenlerin tepkisine kabaca “Sağ” adı veriyoruz; itinasız bir tâbirdir, zamirini doğru-dürüst ifade etmez ancak tek heceli, kısa bir kelime olmasından ötürü kavramlaştı ve kaldı ve bu yüzden onu tam olarak nitelemek gerekse en az otuz-kırk kelimelik uzun bir cümle kurmak gerekecektir.

Bizde sağ kendi başına mânidar bir teklifler bütünü değildir, solun zıddı olan şeydir; mâbed ve mukaddesat bekçisidir. Bir aksiyonu yapmaktan ziyade yaptırmamaya, tepki koymaya yönelik bir vücut diline sahiptir.

Türkiye’de sol, kitaplarda yazılı tezlerin aksine bir küçük burjuva hareketi olarak başladı, zaman zaman devlet himâyesinde gelişti. Bürokraside, akademide, sanat çevrelerinde ve basında etki edinerek fikrî bir ağırlık ve hükümranlık kazandı. 27 Mayıs 1960’daki askerî darbenin ardından CHP’ye resmî politika ilham edecek derecede merkeze yaklaştı. 27 Mayıs sol’a ve hemen bir adım ardında sosyalist düşünceye büyük meşrûluk kazandırdı. Her şeye rağmen kendilerini sol etiket altında rahat hissedemeyenler, devletin ve bürokrasinin yedeğinde üniversiteye, basın kuruluşlarına, özellikle TRT’ye, yüksek yargıya egemen olan cereyan karşısında duydukları tepkiyi, milliyetçilik, muhafazakârlık, dindarlık, mukaddesatçılık veya düpedüz antikomünizm gibi muhtevası muğlak, sınırları belirsiz kelimelerle isimlendirdiler. Sola karşı durumları ümitsizdi: İdeolojik bir üsse sahip değildiler, fikrî sistematikleri yoktu, kendilerini geleneğin tekrarlayıcısı olarak görüyor ve sola karşı olmak noktasında anlamlı buluyorlardı.

70’li yılların başlarında solla-sağ arasında gerilim ve çatışma başlatıldı; gerilimin başlıca sebebi, sol’un, gözle görülür, inandırıcı bir “karşıdevrimci” zıt güce ihtiyaç duyması idi; Sosyalist jargon içinde bu ihtiyaç, bütün sol reaksiyonerleri kabaca “Faşist” diye nitelenerek tedarik edildi. Faşistler, insandan daha aşağı bir türdü ve bütün kamu alanlarından uzaklaştırılmalıydı. Böylece üniversite işgalleri başlatıldı; bunu mahalle, sokak, kurum işgalleri takib etti.

Sağcılar, solcularla korakor fikir tartışması yapacak kadar donanımlı değillerdi ama bir öğrenci kantininde kavga etmeyi, fakültelerini “Komünist işgali”nden kurtarmayı başarabilirlerdi. Delikanlı çağında insanlardı, fikrî donanımları çok yalınkattı, enerjik ve heyecanlı idiler. Her genç gibi ülkeleri için gerektiğinde canları feda edecek kadar da fedakârdılar. Kısa zamanda bir siyasi partinin himâyesinde okul, mahalle, sokak, kurum ölçüsünde örgütlenip müdafaaya ve karşı atağa geçtiler. İşte bu iki tarafın birbirinden beslenmeye başladığı ve “Kim başlattı?” sorusunun buharlaştığı kritik noktadır. Sol şiddeti mâzur gösteren sağcıların yaptığı şiddet eylemleriydi; sağ taraf da solcu-devrimci şiddeti işaret ediyordu.

Devlet ise bu âna kadar, bütün güçleri veya güçsüzlüğü ile hadiseleri seyretmekte, bir noktadan sonra kendisini iyice geriye çekerek, -âdeta şiddetin herkese bulaşmasını beklercesine- hareketsiz durmaktaydı.

Sağ’ın ilk yanılgısı şuydu: Kendilerini, aslında devletin yapması gereken işi yerine getirir gördüklerinde hem acınıyor (Vah vah, devletin hâline bak!) hem gizli bir gurur duyuyorlardı (Neyse ki biz varız!).

İkinci yanılgı, bir müddet sonra şiddet kullanmaya alıştıklarında, yaptıklarını meşrûiyet dairesinde görmeye başlamaları oldu; çünkü kendilerini korumak zorundaydılar, meşrû müdafaa diye bir şey vardı; çünkü devlet bu konuda âcizlik gösteriyordu, çünkü solcular üzerinde şiddet kullanmanın ayıp, günah, suç teşkil edecek bir tarafı yoktu; çünkü onlar vatan haini olan taraftı, kendileri ise vatanperverdiler, kimse sağcılar kadar vatanı sevmek kabiliyetine nail olamazdı.

Sağ cenahın bu amansız kör dövüşünde fikrî tedariki yoktu; alelacele temin edilen ideolojik pansumanlar durumu kurtarmıyordu. Fikrî tedarik açığı, örgüt ve siyasi liderin gücü ile kapatılmaya çalışıldı; lider ve örgüt fetişizmi, içeriye yönelik özeleştiri imkânlarını başlamadan köreltti. Sağ tepki buyurgan, otoriter bir çehreye büründü. Artık sık sık, davanın büyüklüğü, ona bir yerinden iştirak eden ferdin küçüklüğü ile mukayese olunuyordu ve bu mukayesede ferd hep borçlu çıkıyordu.

Bu kör dövüşünü, 12 Eylül sabahı bir düdük sesiyle şaşırtıcı bir şekilde bitiveren bu iç çatışmayı sağcılar başlatmadı ama reaksiyon üsluplarıyla yangının büyümesine katkıda bulundular.

Bunlar o devrin, o günkü yanlışları, yanılgılarıydı; bir dereceye kadar mâzur görülebilir bir yanı vardır çünkü etraflı gözlem yapacak kadar fikrî selâmet bulamamışlardı; ne var ki aynı yanılgıların, aradan otuz sene geçtikten sonra matah ve doğru şeylermiş gibi savunulması, “Filancanın yanlışı, benim doğrumdan daha üstündür” gibi dogmatik yargılarla geçmiş hatalara tutunup kalmanın mâzur görülecek tarafı yoktur.