Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Saklanmaya değer şeyler hakkında yargıda bulunurken hangi kriterle hareket ederiz? Her gün kullanılmayan eşyayı bir yerlerde muhafaza ederken ilk endişemiz, "Bir gün lâzım olur" düşüncesi olsa gerektir. Hakikatte neyin ne kadar lâzım olduğu gerçeğiyle ancak esaslı bir temizlik hamlesi esnasında, çoğunlukla da bir yerden başka bir yere taşınırken yüz yüze geliyoruz. İşte o zaman eşya ile ilgimizi ciddi sorgulamaya tabi tuttuğumuz nadir anlardan birini teşkil ediyor.

27 Haziran 2006 tarihli Hürriyet'te yayınlanan bir haberi okurken tükettiğimiz eşyanın eskiye nispetle yüksek bir dolaşım hızı kazanmasına rağmen eşya ile ilgimizin değişmediğini fark ettim.

Haberde, Aydın'ın Kuşadası ilçesinde yaşayan Hüseyin Keleş isimli koleksiyoncunun, Türkiye'nin ilk "ıvır zıvır" müzesini kuracağı belirtiliyordu. Batı dillerinde bu meraka "ephemera" ismi verildiğini de bu haberden öğrendim. Sıradan, çabuk tüketilen ve çoğumuz için bir anlam ifade etmeyen geçici belgeleri toplamak anlamına gelen "efemera" kelimesi, zooloji'den (hayvan bilimi) ödünç alınmış; efemeridler, kısa ömürlü böcekler sınıfı anlamına gelmekteymiş, efemera ise kısa ömürlü şeyler için kullanılan bir tabir: Maç, konser, tren biletleri, bavullara yapıştırılan etiketler, pullar, kartpostallar, fotoğraflar, hisse senetleri, eski kimlik cüzdanları, noter, tapu ve banka evrakları, diploma, karne emsali şeylerin biriktirilmesini niteleyen efemera kelimesi, biraz da koleksiyoncunun merak duyduğu alanlara göre çeşitlenen bir muhteva gösteriyor.

Efemera koleksiyoncusu olmayabiliriz ama biraz dikkatle düşündükten sonra içimizden hangisinin kendi ölçüsüne göre bir "efemerist" olmadığı iddia edilebilir ki? Saklarız, saklıyoruz ve saklayacağız. Haberde bu tutku şöyle tarif edilmiş: "Herkesin elinde aile büyüklerine ait gençlik fotoğrafları, kaybedip yenisini çıkarttıktan sonra bulduğu pasaport, kimlik belgesi, sevgiliye yazılan ama korkudan postalanmayan aşk mektubu ya da ilk arabasının, ilk evinin tapusu bulunabilir. (...) Bize bir gün öncesi de dahil geçmişi anlatan, baktığımızda derin bir iç çektiren her türlü kâğıt parçası efemeradır. Bu belgeleri toplayan, koleksiyonunu yapana da 'efemerist' deniyor. Eminim ki, herkes aslında gizli bir efemeristtir. Çünkü herkes en azından sünnet ya da düğün davetiyelerini, fotoğraflarını saklıyordur."

Efemera merakının bir üst derecesi, "çöp ev" tabir edilen marazi durumda kendini gösteriyor. Zaman zaman basına akseden çöp evlerde yaşayanların genellikle güvensizlik hissinin baskısı altında bunalmış yalnız insanlardan oluştuğu fark ediliyor. Yıllar önce bir aile büyüğümüz vefat ettiğinde gözünün nuru gibi sakladığı ve kimselere emanet etmediği tahta sandığından çıkan eski su ve elektrik faturalarını, vergi makbuzlarını, devletle ilgili her türlü resmî kâğıdı hayretle elden geçirmiştik. Bizde bu türlü gizli efemera eğilimlerini besleyen sebep devletle ilgili ihtilaflarda vatandaşın ispat mükellefiyeti taşıdığına inanılmasıydı. Üç yıl öncesine dair bir vergi borcu ile karşılaşan vatandaş, o vergiyi ödediğine dair makbuzu ilgili resmî kuruma gösteremediği takdirde cezasıyla birlikte yeniden borçlu duruma düşmekten kurtulamıyordu. Yakın zamanlara kadar bu neviden belgeler, bilen birine danışılmadıkça imha edilmezdi. Bu korkuyu çoğumuz hâlâ taşıyoruz. Kısa ömürlü ve artık değerini kaybetmiş şeyleri saklama alışkanlığı vaktiyle pek yaygın, hatta ahlâk kuralı cinsinden bir vecibe idi. 70'li yıllarda yurtdışında çalışan işçilerimiz bizim ölçülerimize göre taptaze ama az kullanılmış radyo, koltuk, buzdolabı, fırın, tabak, çanak, hatta televizyon gibi şeylerin çöpe atıldığını söylediklerinde inanmakta güçlük çekerdik. O yıllarda hayatımıza refakat eden eşyalar az ve sadeydi; tasarruf fikri ise hemen herkesin paylaştığı bir edep kuralı gibiydi. "Eskisi olmayanın yenisi olmaz" denirdi. Eskiyen eşyanın tamiri, bakımı ve yeniden kullanıma sokulması meziyet sayılıyordu. Üretimimiz az olduğu gibi tüketimimiz de dardı; "yerli malı ve tasarruf haftası" bütün ilkokullarda müfredata girmiş bir ders başlığı idi. Şimdiki kuşağa inanılması güç gelir: Gazete, mukavva, muşamba, her nevi ip ve iplik, koli, teneke kutu, şişe, kavanoz, kumaş parçası, bez cinsinden şeyler çöpe atılmaz, saklanır, gerektiğinde komşular arasında ödünç alınıp verilir ve neticede mutlaka bir işe yarardı. Rahat ve bol tüketen bir alışkanlığa bürüneli beri çöpümüzün muhtevası zenginleşti. O yıllarda genellikle organik atıkların çoğunluk teşkil ettiği çöplüklerde şimdi sanayi mamulü inorganik atıklar ağırlık teşkil ediyor. Eskiye göre eşyalarımızı artık daha rahat elden çıkarıyoruz, ama lâzım olacağı endişesiyle saklama alışkanlığını terk etmiş değiliz. İnsan eşya ilişkisinde zamanla değişmeyecek taraf, Türkçe'de kısaca "Mal canın yongasıdır" diye tâbir edilen o canlı münasebettir ve her insan yaşadığı müddet içinde eşya ile özel bir ilişki kurmakta, eşyaya özel bir anlam vermektedir. Bu bakımdan bir nümizmat (para uzmanı ve koleksiyoncusu), bir antikacı, bir ev hanımı veya koleksiyonculuk fikriyle henüz tanışmamış bir delikanlı veya genç kızın tabiatında farklılık bulunmuyor. Fark, ilişkinin kıvamında. Bu kıvamdır ki kişiyi çok tatlı gibi görünen ama geçici hayata karşı bir yer, bir bakış açısı seçmeye zorluyor.

Kendimizi şöyle bir geçici sınamaya tabi tutarak eşya ile ilişkimizin tabiatını fark edebiliriz: Şu an üzerinizde, masanızda, otomobilinizde veya evinizde bulunan, sık kullandığınız bir eşya seçiniz ve onu elden çıkarmaya hazır olup olmadığınızı kendinize sorunuz. Eğer seçtiğiniz eşya sizin için o anda çok hayati ve telafi edilemez gibi görünüyorsa, başkaca hangi eşyalarınızdan vazgeçebileceğinizi gözden geçiriniz.

Hemen fark edeceksiniz ki bu, hiç de kolay bir seçim değildir; saklamak ve korumak ise insan tabiatının en öne çıkan taraflarından birisi, belki başlıcasıdır.