Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vaktiyle terör örgütü PKK'nın en ünlü elebaşlarından biri olan Şemdin Sakık, "Şemdin Sakık'tan mektuplar" adlı bir kitap yazdı. Fikirlerinde samimi olup olmadığını tespit etmek mevkiinde değiliz, ama Sakık'ın söylediklerinin ilginç olduğuna şüphe yok.

On sekiz yıllık dağ serüveninin yorgunluğu, yetmişlik bir ihtiyar kadar yıpratmıştı. İki aylık sorgu süreci ise bitap düşürmüştü. Geçmişi ve hafızayı, geleceği ve hayali, örgütü ve on sekiz yıllık emeği, uğruna mücadele verdiğimi sandığım halkı, vatandaşı olduğum devleti, zor günlerin sığınağı olması gereken aileyi, insanı öldürücü yalnızlıktan kurtaran dostu da yitirmiştim. Sağlıktan, moralden, umuttan da olmuştum. Dahası, aynı zamanda düşman da yaratmıştım. Bir kısım insanın 'cani'si, bir kısım insanın 'hain'i ilân edilmiştim. Çok ağır ve insafsız siyasi ve kişilik lincine tabi tutulmuştum. Yalnızdım. Herkesin ya 'tehlikelidir' ya da 'geçmişin intikamını almalıyız' deyip düşmanca davrandığı bir konumdaydım. Benimle görüşen yetkililerden, ziyaretçilerimden ve birkaç kez uğrayan avukatlardan ilgi, sevgi ve saygı görmedim. Zira yardımcı olmaya değil, bir şeyler dayatmaya geliyorlardı. Bir biçimde kullanmak..."

Bu satırlar vaktiyle PKK terör örgütünün en ünlü elebaşılarından birine, Şemdik Sakık'a ait. Bu satırları, "Şemdin Sakık'tan Mektuplar" isimli kitaptan(*) aldım. Kitabın ilginç bir hikâyesi var: "Yazarın önsözü" başlıklı kısımdan öğrendiğimize göre kitap dünyasında Ülkücü geçmişi ile tanınan Tuncer Günay, bundan bir sene kadar önce dünyada en çok nefret ettiği kişilerin başında gelen Şemdin Sakık'a bir mektup yazıyor. Amacı, 'PKK'nın yeni dönem terör faaliyetlerinin ne anlama geldiğini, terörizmle mücadelede izlenen devlet politikalarının isabetli olup olmadığını sormak'tır. Mektuba hemen cevap gelince yazarla Şemdin Sakık arasında uzun bir mektuplaşma dönemi başlıyor ve Tuncer Günay neticede şöyle diyor: "...Şemdin'e çok önyargılı ve yanlış baktığımı, karşımızda bambaşka bir kişilik olduğunu anladım. Şemdin beni çok şaşırttı."

Vaktiyle birbirinin katıksız düşmanı olan iki insanın mektuplaşmalarından doğan karşılıklı anlayış kitabın hamurunu mayalandırmış; yine de ister istemez okurken insanın zihninde Şemdin Sakık'ın bu mektuplaşmalardan doğan iyimser anlayışlılık havasından istifade ederek kamuoyuna kendini bir başka çehre ile tanıtmak, bir anlamda kendini toplum nazarında aklamak gibi bir art niyet taşıdığı şüphesi uyanmıyor değil; böyle bir art niyetin olup olmadığına karar verecek olan elbette nihai tahlilde okuyucunun kendisidir. Ne var ki ben kitapta yazılan ve hikâye edilen şeyleri, belge değerinden yola çıkarak değerlendirmek yanlısıyım. Kamuoyumuz belki hesaba gelmez sayıda eyleme karışmış, kan dökmüş, etrafındaki insanların bir şekilde zarara uğramasına yol açmış bir PKK militanının gerçekte olaylara nasıl baktığını, nasıl değerlendirdiğini, nasıl bir iç hesaplaşması geçirebileceğini anlamaya yarayan pek az bilgiye ulaşabilmiştir. Şemdin Sakık'ın mektupları, -mektup yazarının hakiki niyeti ne olursa olsun- böyle bir psikolojik tahlilde bulunmak imkânını kısmen temin ediyor. Keşke bu gibi konularda daha çok yazan, düşünen ve kendini ifade etmek isteyen insanların şahitlikleri ile karşılaşabilseydik! Şemdin Sakık'ın Diyarbakır Cezaevi'nde noktalanan örgüt militanlığı mâcerasının yeni safhası, bundan sekiz sene önce örgütten koparak kaçmak fikrini kesinleştirince başlıyor; kendi ifadesine göre Apo'nun liderlik anlayışına ve politikalarına duyduğu derin güvensizlik ve nefret yüzünden bir başka hayata başlamak üzere kaçacaktır ama nereye sığınabilir: "Örgüte geri dönsem oracıkta parçalanırım, Türkiye sınırını geçip güvenlik güçlerine teslim olsam belki karakola ulaşmadan infaz edilecek veya cezaevinde çürüyeceğim. Suriye'ye gitsem beni anında ya öldürür ya da örgüte teslim ederler (...) İran'a gitsem aynı akıbete uğrayacağım kesin. Saddam yönetimine de gidemem çünkü örgütle sıkı ilişki içindedir. Kuzey Irak'ı denetleyen YNK'ya (Kürdistan Yurtseverler Birliği) gitsem onların da beni örgüte verme ihtimali var. Kala kala elde KDP (Kürdistan Demokratik Partisi) kaldı, onların örgütle araları iyi değildi, şimdiye kadar örgütten kaçıp buraya sığınanlar olmuştu."

Neticede Barzani'nin yönettiği KDP'ye nasıl teslim olduğunu anlatıyor Sakık. Kendisine tahmin ettiği gibi iyi davranılıyor ama aradan bir ay bile geçmeden Barzani'nin kendisiyle görüşmek istediğini ve Erbil'e çağırdığını söyleyerek yola çıkarıyorlar. Yolda Sakık kardeşler, KDP militanları tarafından usûl-i münasiple Türk güvenlik birimlerine teslim ediliyor ve uzun soruşturma, hapishane, tecrid ve duruşma günleri başlıyor. Bu esnada Türk basınında bazı ünlü isimlerin PKK'dan para aldıkları ve samimi ilişkiler içinde oldukları yolunda ifade vermesi için bazı güçler tarafından şiddetle baskı altına alınıyor (meşhur Andıç hadisesi). Bu yolda ifade vermeyi reddetmesine rağmen, kendi ağzından böyle bir iddiada bulunulmuşçasına haberin basında sansasyon yapması üzerine uğradığı manevi şoku anlatıyor uzun uzun.

Sakık'ın halen cereyan etmekte olan PKK eylemleri hakkındaki tahlilleri ilgi çekicidir. Sakık, Öcalan'ın İmralı'daki mükellef hücresinden hâlâ PKK'yı idare ettiğini savunuyor. Apo'nun Şam'dan çıkarılması stratejisinin, teslim olduğu günlerde kendisi tarafından teklif edildiğini ama İmralı'da daha etkili bir duruma geldiğini farkettiğinde pişman olduğunu söylüyor: "Bu adam tasfiye edilmeden Kürt sorununda hiçbir olumlu gelişme olmayacak. Herkesin önünü tıkamıştır. Sadece siyaseten değil, fiziken de tasfiye olması gerekiyor (...) Sadece Kandil'i değil bütün PKK'yı, HADEP ve Leyla Zana ekibini de idare ediyor. Ya da bu sürüleri güdüyor demek daha doğru olur. İki üç yıldır ekrana çıkan her yetkilimiz, 'ABD ile görüştük, PKK'ya karşı hareket sözü verdiler, askeri tedbirler de dahil her tedbiri alacaklar' açıklamalarını dinledikçe kel kafamı yoluyorum." diyor. ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra bölgede oluşan yeni fiili durumu ise şöyle değerlendiriyor: "Amerika PKK'nın askerî bir güç olarak kalmasını, AB ise siyasal bir güce dönüşmesini istiyor. Bu nedenledir ki ABD affa karşı iken AB genel af istiyor." Sakık'ın nihai tahlilini ise şu cümlesiyle özetlemek mümkün: "Bu sorunun çözümü hâlâ Türk devletinin geliştireceği doğru politikalara bağlıdır."

Başta da ifade ettim, fikirlerinde samimi olup olmadığını tesbit etmek mevkiinde değiliz ama söylediklerinin ilginçliği konusunda şüphe yoktur. En azından okuyucuya, meselenin vaktiyle karşı taraftan nasıl göründüğüne dair dikkate değer farklı nirengiler sunuyor bu kitap.

Aşağıdaki cümlelerini de aynı ihtiyat (veya samimiyet) çerçevesi içinde değerlendirebilirsiniz: "Ben, ortak tarih, anayasal ve yasal zorunluluk, vatandaşlık gibi soyut nedenlerle bu ülkeye ve halka bağlı değilim. Atalarımın yaşadığı yerde kalmak ve yaşamak zorunda değilim, hiçbir anayasa, yasa, askeri güç beni ülkeye bağlamaya yeterli değildir. Ben bu ülkenin yazarlarına, sanatçılarına, sporcularına, bu ülkenin güzelliklerine ve Yaşar Kemal'in deyimiyle güzel insanlarına bağlanmışım. Sezen Aksu'yu dinlemeden edemem, ismini vermek istemediğim onlarca Türk yazarını okumadan kalamam, Sergen'i izlemeden duramam, gitmesem de görmesem de İstanbulsuz bir vatan tasavvur edemem. Her gün bir kanalda Kemal Sunal'ı görmek bende öyle bir alışkanlık halini almış ki, o olmadan olamam. Beni bu ülkeye bağlayan sensin ve senin gibilerdir (kitabın yazarını kastediyor). Benim için vatan beyindir, duygudur, yetenektir, güzelliktir..."

(*) Marduk yayınları tarafından yayınlanan bu kitap, ATO Başkanı Sinan Aygün'ün Takdim'ini de ihtiva ediyor. Baskı tarihi Ağustos 2005, fotoğraflarla beraber toplam 428 sayfadır.)