Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Peşinen belirtmem lâzım ki, pek demokrat ruhlu bir adam sayılmasam da, resmi kurumların birbirlerini ağırlamak için düzenledikleri protokol geleneği bana hep, uzaktan seyretmesi daha eğlenceli bir uygulama gibi görünmüştür.

Daha eğlenceli olanı, protokole dahil zevâtın nasıl olup da bu esnada hallerinden memnun ve mutlu görünebildikleridir. Bana kalsaydı protokol düzeni uygulanan bütün merasimlerde, iştirakçilere fazla mesai veya "yıpranma tazminatı" cinsinden ekstra ödemeler yapmak gerekirdi.

İtiraf ederken zorlanıyor, yüzüme ter bastığını hissediyorum ama bu vicdâni yükü taşımam artık mümkün değil; evet, geçen hafta sonu yazarınız, görünüşte sırf ibret ve görgü dağarcığı zenginleşsin diye fakat aslında reddedemeyeceği bir davete icabet etmek zorunda kaldığı için birkaç saatliğine de olsa, olayların protokol sıralarından nasıl göründüğünü tecrübe etmiş bulunuyor.

Uzun lâfın kısası geçen pazar, şehir stadyumunun şeref tribünü sâkinlerinden birini de ben teşkil ettim. Şeref tribününe uzaktan bakanlar için, benim protokol tribünündeki varlığımın fark edilmediğine eminim; fıstıkî yeşil renginde bir pardösü giymiş olsaydım durum elbette farklı olurdu ama ben, maçtan yirmidört saat öncesinden başlayarak fena halde kasıntıya uğradığım için ertesi gün fevkalade resmi giyinmenin doğru olacağına kendimi ikna etmiştim.

Maça gitmek gibi alışkanlığı olan okuyucular, başlama vuruşu yapılmadan bir dakika önce henüz stadyum dışında olduğumuzu ama 30 saniyede içeriye girip, otobüs koltuğu gibi rahat ve sıcak bir yere oturarak gözlüklerimi silmeye başladığımı söylersem vaziyetin olağanüstü niteliğini derhal fark edeceklerdir. Önceleri bu giriş rahatlığının, stadyum görevlilerinin şahsıma duydukları sevgi ve saygıdan kaynaklandığını zannederek gururlanmıştım ama gerçekler çok acıydı; onlar bana değil, beni maça davet eden şahsa itibar ediyorlardı. Bir önceki maça girebilmek için kuyrukta yarım saat ayaküstü dikilmiş ve sağa sola, "kaynak yapmayalım, ayıp oluyor!" diye bağırıp çağırmış biri olarak bu gerçeği kabullenmekte fazla zorluk çekmedim ve işin keyfini çıkarmaya karar verdim.

Biz yerimize oturunca hakemin başlama düdüğünü üflediğini görünce, memleket büyüklerinin teşrifini beklemek konusunda hakemin ne kadar ince bir duyarlık gösterdiğini takdir edecektim ama skor levhasındaki saatin tam 14'ü gösterdiğini fark edince "el emrü fevk'el edeb" sözünü bir daha hatırlamadan edemedim.

İlk yarım saat boyunca çevremde kimlerin oturduğunu görmek için kıpırdamadan oturdum desem yeridir; hatta ilk gol atıldığında bile sevincimi son derece ölçülü vücut hareketleriyle ifadeye titizlik göstererek İngiliz centilmenleri gibi sadece birkaç kere alkışlamakla yetindim. Etrafı kolaçana cesaret edemeyişimin sebebi, şüphesiz, "aa senin burada ne işin var, yürü kalearkasına" diyebilecek bir tanıdığın çıkabilme ihtimâli idi. Yine itiraf edeyim ki, o dakikalarda bir görevli omzuma dokunup, "siz protokole mensup değilsiniz, lütfen dışarı çıkınız" diye ikazda bulunmuş olsaydı bütün yapacağım, "haklısınız" deyip tıpış tıpış tribünü terk etmek olacaktı. Neyse ki kimse böyle bir ikazda bulunmadı ve ben giderek duruma ve protokol psikolojisine alışmaya başladım. İkinci golde ben de herkes gibi zemberekten boşanmışçasına havalara fırlayıp şapkamı salladım; üçüncü golde ise hemen sağımda oturan yüksek kamu görevlisiyle "çaak" yapıp kucaklaşacak kadar laubalileşmiş ve protokol tribününün havasına adapte olmuş bulunuyordum.

Hava açık ve güneşliydi; zemin futbol oynamaya müsaitti. Şeref tribününde hep koyu renk takım elbise giymiş ve kravat düğümlerini, boğazlarının ademelması çıkıntısına oturtacak derecede iyi sıkıştırmış adamlar oturuyordu. Bizim takım havasındaydı ve bu defa lige iyiden iyiye tutunacaklarını gösteren akıllı ve hesaplı bir oyun sergilemişlerdi. Maçın bitimine doğru fazlaca demokrat olmayan karakterim, neredeyse, "maç dediğin şeref tribününden, protokole dahil zevâtın olduğu yerden seyredilir birâder" fikrini alkışlayacak derecede aristokratik bir temayül göstermeye başlamıştı.

O anda, "bir hadisenin anlamı, baktığınız yere göre değişir" diyen adamın ne dediğini daha iyi kavradığımı hissettim. Daha onbeş gün önce iki saat boyunca buzun üstünde ayakta dikilerek maç seyrettiğim "avami tribün"ler, bulunduğum yerden ayrıntıları seçilmeyecek derecede küçük ve önemsiz görünüyordu.

"Bizim tribün"de kimse hakem ve misafir oyuncular hakkında kötü söz sarf etmedi, özel hayatları hakkında yorumda bulunmadı ama stadyumun tamamını kaplayan Meksika dalgasına da iştirak etmedi, tezahüratta da bulunmadı. Öyle olması gerektiğini neden sonra fark ettim. Bu tribündekiler devleti kuran iradenin, sağduyunun, ağırbaşlılığın ve hadiselere panoramik bakmayı öğrenmiş serinkanlı aklın en ziyade yoğunlaştığı kişilerdi!

Evet, öyle olmasına öyleydi de niçin kendimi orada, elâlemin düğününe hırsızlama girmiş bir davetsiz misafir gibi hissetmiştim? Maçtan sonra tribünü terk edip sıradan kalabalığın arasına karıştığımda, her şeye rağmen böyle bir ibret tecrübesini bir daha tekrarlamamak gerektiğini düşündüm. Az kalsın huyum değişecekti çünkü; işin doğrusu, sıradan kalabalıkların arasında durup sıradan kalabalıkları ve protokol tribününde oturanları iğnelemekti galiba...