Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Müslümanlık, insanın fıtratından gelen eğilimlere, kendi tabiatına karşı koymasıdır; kısaca güzel ahlâk. İnsanın fıtratında ulûhiyet fikrini cismânileştirmek vardır meselâ.

Fıtratımız mücerredi sevmez; fikirleri görünür, mümkünse dokunulur, ölçülür ve beş duyu ile kavranabilir hale getirmeyi ister. Müslümanlık, insana soyut olanı kavrayabilir bir kâmil varlık gözüyle bakar ve onu şekilciliğe, hassaten ikonoloji’ye (yani dinin görünür alâmetlerine) karşı şiddetle ikaz eder. Müslüman “şirk”ten kaçınmak konusunda fıtratının çağrısını bastırıp zihnî bakımdan terfî etmek için daima gayret halindedir.

İnsanlar yalan söyleme eğilim ve kabiliyeti ile doğarlar meselâ, ahlâk onlara, “şahsen zarar görsen bile doğruyu tut” istikametini gösterir. Müslüman, aksini yapabilecek iken “dosdoğru” olmakla emrolunmuştur.

Meselâ helâl kilit kavramdır; kazanç, para, mülk, hatta itibar gibi gönlümüze hoş gelen tatlı imkânlar arasında seçme hakkımızı sınırlandırır, fıtratımız, “Boşver, su akarken testini doldur” diye fısıldarken din, “Ancak şu ölçüler içinde bu nimetten yararlanabilirsin” der sertçe.

Uzatabiliriz. Müslümanlık, insanı kahramanlaştırır çünkü onu hep “had”ler arasındaki helâl ve mübah alanında varolmaya yönlendirir. Helâllerle haramın bir arada kaynaştığı imkânlar âlemindeki bu daracık yerde dik durmak kahraman olmaktır.

Müslüman’ın destanı (aslında sanatı demeliydik) kendi hayatıdır; hayatını destanlaştırmak kendi elindedir; ne yapması, nelerden kaçınması gerektiği bilgisine sahiptir; ayrıca kahraman olup olmamak konusunda kendi kararını verecektir. Kahramanlığın kıymeti de oradadır işte; kahramanlıktan başka çaresi kalmayanların eylemi (timsah dolu havuza itilen adam fıkrası!) pek mânidar sayılmaz.

Böyle yüksek bir yönlendirişe muhatap olarak, kahramanlar arenasında yerini alanlar kâmil insanların (Übermensch, Superman), “Aynı kıbleye secde ederken bile siyasi bir meselede çok sert ihtilâf etmelerini nasıl yorumlarız?

Elcevap: Allah’ın emr u nehy’ini kavramış, üstelik bilhakkın yaşamış insanlar arasında ayrılığın lâfı mı olur? Üstelik Kur’an, insanlara ve hassaten Müslümanlara, sarsılıp da endişeye düştüklerinde doğruyu hatırlatacak bir “Kutubin kayyıme” olarak hâlâ mevcut ise, Müslümanların -boşverelim siyaseti- herhangi bir meselede ihtilâf etmeleri ne mânâya gelir?

Biliyorum, zor soru sordum; nitekim ulemâ bu hususta şimdiye kadar sahih bir çözüm gösterememiştir; İslâm tarihimiz için çok kısa fasılları hariç, insanın canını sıkan çok sayıda olumsuz örnekle dolu.

Melek derecesinde hüsn-i ahlâk sahibi olsak bile, siyâset gibi bütün berrak kavramların bulanık göründüğü bir sahada melek kalmak (dosdoğru olmak) pek mümkün olmuyor. Adaletsizlik karşısında yönetilenlerin nasıl davranması hususunda siyasetname yazarlarının hayli öğüdü vardır; ne var ki güç sahipleri söz konusu olduğunda o kadar anlaşılır reçetelerle karşılaşmayız. “Âdil ol, hakkı gözet, fitneye sebep olma” gibi geniş mahiyetli tavsiyeler net değildir sanki şahsî yoruma veya “maslahat”a bırakılmış gibidir. Şahsî ahlâk konusundaki berraklığı, meselâ “Muktedirlerin ahlâkı” gibi bir kurum ölçeğine taşıdığımızda bulanıklık artıyor. Ölçek değişince mânâ da değişiyor. Siyâseti ahlâktan sıyıran Makyavel, pratikte olup biteni anlamak için sanki daha kullanışlı bir ölçü verir!

Kahramanların çaresizlikle önünde diz çöktüğü bir düzlem siyâset. Keşke ulemâmız, muktedirliğin ahlâkı hakkında daha çok mesai sarfetselerdi diye geçiyor içimden.