Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Dünya tarihi büyük imparatorluklar dönemi yaşadı ve modern çağlarda imparatorluklar, milli devletlere dönüştü. Milli devletlerin yeniden modern imparatorluklar halini almasını nasıl yorumlayabilecek, bu olguyu, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz siyasi kutsallıklar galerisinde nereye koyabileceğiz?

Tarihte, din de dahil olmak üzere başka hiçbir etken, yurtseverlik adıyla kutsallaştırılan milli egoizmlerin çarpışmasından doğanlar kadar çok sayıda savaş üretmemiştir." (Preserved Smith, Rönesans ve Reform Çağı, Bir Sosyal Arkaplan Çalışması, İş Bankası Y. İst., 2001, s. 142) Bu bir cümle, bir hüküm cümlesi; her hüküm cümlesi gibi irdelenmeye, doğruluğu sınanmaya muhtaç bir yapı gösteriyor. İşbu yazı, yukarıdaki hüküm cümlesinin irdelenmesini konu edinecektir.

"Millet"i kim icad etti; milliyetler mi?

Tarihi metod, olguların zaman içinde gösterdiği değişim seyrini izleyip, sebep-sonuç ilişkilerini gözönünde tutarak tahlilde bulunmayı öngörür ve tabiatıyla sadece insan merkezli ilim ve disiplinlere uygulanabilir: Ortegay Gasset"in deyişiyle, "İnsanın tabiatı yoktur tarihi vardır". Dolayısıyla bu hüküm cümlesinin isabetini ancak tarihi metodla irdeleyebiliriz. Siyasetin tarihiyle uğraşanlar, August Comte"un Üç Hal Kanunu"nda izah edilen bir şemaya atıfta bulunarak insanlığın ve siyasi düşüncenin sırasıyla Teolojik, Metafizik ve Pozitif safhaların tesiri altında biçimlendiğini kabul ederler. Çok su götürür bir tasnif olmasına rağmen tasvir ve izah edici yönünü itibare alarak özetlersek Teolojik hal, olup bitenlerin ilahi ve mânevi sebeplerle izah edildiği döneme tekabül etmektedir. Comte, bu dönemi insan düşüncesinin vardığı ilk açıklama olarak niteler. Daha sonra olayların soyut kuvvetlerle izah edildiği, eşitlik, hürriyet, güzellik, evrensel hukuk gibi soyut kavramların gerçek varlıklar sayıldığı bir dönem gelecektir. Nihai safhayı Pozitif hal teşkil eder: İnsan artık sadece gözlemlenebilir; ilmen kavranabilir olan yönelmiş, ilahi ve soyut açıklamaların yerini "pozitif bilim" almıştır. Dinin siyaset tarzı ve toplum üzerinde baskı kurması, bu izaha göre Teolojik hal devirlerine rastgeliyor. Metafizik dönemde insanlar ilmi düşüncenin ilk adımı sayılan soyut düşünce kabiliyeti sayesinde dinî olanla olmayanı ayırdetmeye başlamışlardır. Bu durumda Batı Avrupa"da "milli devlet" dediğimiz karakterde devletlerin teşkili, Metafizik ve Pozitif hal dönemlerine rastgelmektedir. Kezâ siyasetin dinden ayrıştırılması, yapısı incelenirken dindışı faktörlerin gözönüne alınması ve kısaca siyasette laiklik kavramının ortaya çıkması da aynı döneme rastgeliyor. Bu mânâda milli devletlerle laiklik kavramı arasında tarih itibariyle bir beraberlik mevcuttur. Milli devletler, milliyetçilik düşüncesinin yaygınlaşmasının ürünüdür. Bir başka görüşe göre ise (Eric Hobsbawm) milletler (ve dolayısıyla "milliyetler"), uzun zamanlar boyunca oluşmuş etnik topluluklar olmaktan ziyade "icad edilmiş gelenekler"dir; Hobsbawm"a göre milletlerin temelinde bulunduğuna inanılan mitler, milliyetçiliğin kendisi tarafından yaratılmıştır; böylece milliyetçilik milletleri yaratmış, 19. yüzyılın sonlarında milli marşların ve milli bayrakların icadı ve kitle eğitiminin yaygınlaşmasıyla moda haline gelmiştir. Hobsbawm, anadil kavramının nesilden nesile aktarılması yoluyla milli kültürü inşa ettiği ve ona süreklilik sağladığı görüşünü de eleştirerek, her neslin konuştuğu dili farklı ihtiyaç ve şartlar altında biçimlendirdiğini, 19. yüzyıla kadar halk çoğunluğunun mahalli diyalektler konuştuğunu, kendi dillerinin yazılı formu hakkında bir fikre sahip olmadığını ileri sürüyor. (Bu konuda Mümtaz"er Türköne editörlüğünde yayınlanan "Siyaset" isimli eserin Ulus Devlet ve Milliyetçilik bölümünden faydalandım; s. 633 vd)

Siyaset düşüncesi için laiklik

ileri adım; ya sonrası?

İnsanlığın sulh ve selâmeti bizler için mânidar bir kriter teşkil ederse rahatlıkla ileri sürebiliriz ki, milliyetçilik fikriyatına bağımlı olarak son beş asırda Batı Avrupa"dan başlayarak bütün dünya tarihini etkilemiş ve sarsmış olan milli devlet vakıâsı, yerine kaim olduğu eski telakkiye nazaran daha barışçı insanlık iklimi teşkiline hizmet edemedi. Bu noktada toplumları dini otoriteyi bir manivela gibi kullanarak yönetmeyi tercih eden eski siyaset tarzının aşılarak, siyaseti teknik bir süreç olarak kabul eden laik anlayışa erişilmiş olmasını kazanç hanesine yazabiliriz. Siyasi alanda laiklik, kilise kardinallerinin ve her türlü din baronlarının "ilahi bir hakla" yönetim hakkını iptal ettiği için hakiki bir kazanç olmuştur. Kamuya dair işlerin görülmesinde, işin tabiatından doğan sebep ve sonuç ilişkilerine, araçlara müracaat edilmesi, bana göre dinin gerçek hükümranlık sahasını daha anlaşılır ve berrak kıldığı, hatta temizlediği için alkışlanmalı ve elbette o çerçeve içinde uygulanmalıdır. Bu durumda siyasi karar süreçlerine etki edebilecek sair siyaset dışı etkenlerin de siyaset kavramından uzaklaştırılması mantığına vâsıl oluyoruz.

Milliyetçilik de din gibi laiklik

kapsamına alınabilir mi?

Günümüzde laiklik, sadece dinle siyaset arasındaki tehlikeli geçişmeleri (osmoz) engellemek için müracaat edilen bir siyaset aracıdır; halbuki Preserved Smith"in ileri sürdüğü fikre göre "yurtseverlik adıyla kutsallaştırılan milli egoizm" düşüncesi laiklik kategorisinde olduğu gibi siyasi süreçten uzak tutulması gereken bir tehlike olarak nitelendirilmiyor; tam aksine milli egoizm ve yurtseverlik, siyasetin temel nesnesi, tabii malzemesi veya siyasetin üzerinde icra edildiği alan olarak görülüp kabulleniliyor. Son iki asırda yaşanan ve kitle kırımına yol açan devâsâ savaşların "milli egoizm" siyasetleri yüzünden çıktığı bir ortak kabul ise, bu durumda din gibi milliyetçilik diskurlarının da siyasetle bir araya getirilmemesi gereken tehlikeli bir nesne sayılması gerekmeyecek midir?

"Ulus devlet"in çağı

kapanıyor; ya bizim için?..

Bu iddianın gittikçe yükselen bir itiraz korosuyla karşılanacağından eminim zira insanlık düşüncesi, milli egoizmlerin tehdidi altında kürrevi bir gerilim mıntıkasına dönüşen dünya için hangi fikri ikame edeceğini henüz telaffuz edemiyor. Dolayısıyla milliyetçiliğin, geniş manasıyla Reformasyon, Rönesans, Modernite ve Endüstriyalizmin bir sonucu olduğunu ileri süren bu tenkidler, bizde, sâlim ve verimli fikir münakaşalarına konu edinilemez; fikir hayatımızı kuşatan sığlıklardan biri de budur. Fikri kanaat ve tutumların kutsallaştırılması, hatta nâmus dairesinden sayılması nevi şahsına mahsus bir zafiyet olarak tecelli ediyor. Evvelemirde devletimizin pozitivist felsefenin üstünkörü yorumundan etkilenen bir siyasi kadro tarafından "ulus devlet" tarifine uyan bir yapıda teşekkül ettirilmesi, tartışma iklimini bulandırıyor. Sâniyen milliyetçiliğin Türkiye"de siyasi partiler tarafından -muhtelif yorum dereceleriyle de olsa- ortak kabul görmesi, milliyetçiliğin ve ulus devletin "tabii bir veri", toplumun ve tarihin döne dolaşa eriştiği tabii ve doğru bir menzil gibi anlaşılmasına yol açıyor. Bu yüzden yazının başında yer alan Preserved Smith"in cümlesi, bizim düşünce iklimimizde tomurcuklanmaya müsait bir fikir tohumu olamaz tahminindeyim.

"Çağdaş imparatorluklar"

gerici bir siyasi yapılanma mıdır?

Evet, milli devlet modellerinin sona ermekte olduğuna dair kuvvetli işaretler ve tartışmalar yok değil. Fiiliyatta görebildiğimiz en belirgin gelişme ise dünyanın ABD ve AB adı altında iki supranasyonal (milletlerüstü) organizasyona -ki buna pekâlâ "yeni imparatorluk konsepti" de diyebiliriz- doğru yürümekte olduğudur. Dünya tarihi büyük imparatorluklar dönemi yaşadı ve modern çağlarda imparatorluklar, milli devletlere dönüştü. Milli devletlerin yeniden modern imparatorluklar halini almasını nasıl yorumlayabilecek, bu olguyu, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz siyasi kutsallıklar galerisinde nereye koyabileceğiz?

Ve can alıcı soru; eğer "çağdaş gelişmeler" bu istikamette seyrediyorsa -ki ediyor!-, biz Türkler, iki asır boyunca vird edindiğimiz muasırlığı yakalama ülküsünü ne derece dürüst yorumlayarak muasır siyaset düşüncesine katkıda bulunabileceğiz?

Keşke tartışabilsek!