Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, TBMM'nin açılış konuşmasında yine o alışıldık soğuk üslubuyla, -gereğinden fazla tekrarlandığı için artık tesir uyandırmayan- ikazlarından birini daha yaptı. 45 sayfa tuttuğu belirtilen metnin tamamını okuma imkânım olmadı; gazetelere aksettiği kadarıyla sayın Cumhurbaşkanı'nın konuşmasında iki konuda esaslı bir bilgi ve değerlendirme hatasına düştüğü kanaati hâsıl oldu bende.

İlki, "Ilımlı İslâm" kavramının Türkiye'ye nisbetini reddederken söylediği cümledeki şu ifade: "İster ılımlı ister köktenci olsun din devleti ile demokrasinin bağdaşması olanaksızdır ve bu iki rejimin yan yana getirilmesi tarihe ve bilime ters düşmektedir."

Yanlış şurada: Cumhurbaşkanı "bilim" kavramını yanlış biliyor veya eksik değerlendiriyor zira bilim "olan"ı incelemekle yükümlüdür, "olması gereken"i değil. Bilimin meselâ, "huzur, mutluluk, iyilik, ortak menfaat, kötülük" gibi kavramlar hakkında bir teklifi olamayacağı gibi "mükemmel yönetim" hakkında da bir görüşü yoktur ve olamaz. Demokrasiye gelince, müşarünileyh bilim değil, sadece bir teoridir, nâm-ı diğer "nazariye". Çoğunluğun demokrasiye "en az zararlı yönetim biçimi" atfında bulunması, onu "bilim" pâyesine yükseltmez; nitekim demokrasi teorisi, bu genel kabule rağmen bünyesinde taşıdığı çelişkiler yüzünden hayli sert tenkidlere muhataptır.

Diğer hatâ "din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi"nin tarihe ters düştüğü iddiasıdır. Tarihe bakılacak olursak din devleti uygulamasının demokrasilerden daha eski bir kıdem ve yaygınlığa sahip olduğunu görürüz. Teokrasili asırların miktar ve yaygınlık itibariyle demokrasilerden daha fazla sıklet çekmesi, şüphesiz teokrasinin meşruluğuna karine teşkil etmez; diğer cihetten tarih, demokrasilerin "ekmel" olduğu konusunda karara varılacak derecede taze ve çiçeği burnunda bir yönetim tarzıdır. Dolayısıyla sayın Cumhurbaşkanı, herkesi ikna edeceğini zannettiği bir referans cümlesi kurayım derken sosyal bilim kavramlarına yeterince hâkim olamadığını ihsas etmiş oluyor; onun değilse bile danışmanlarının gözünden kaçmaması gerekirdi.

Gelelim aynı konuşmadaki muhtemel ve muhayyel bir AB üyeliğinin "evrensel değerler ve yüksek yaşam koşulları simgelediği" için "Atatürk'ün amaçladığı yüksek uygarlık düzeyine ulaşma doğrultusundaki en önemli toplumsal tasarımın yaşama geçirildiği anlamını taşıdığı" iddiasına; hayli çetrefil ve kötü kurulmuş bu cümlenin meâli, "AB üyeliği, Atatürk'ün de murad ettiği bir hedeftir" şeklinde tercüme edilebilir. Sayın Cumhurbaşkanı'nın Atatürkçülüğünü tartışacak hâlimiz yok ama AB üyeliği ile Atatürk'ün ruhunun şâd olacağı imâsı en azından "butlan ile mâlul" bir varsayımdır. Cumhurbaşkanımız galiba AB üyeliğini insanlığın ve medeniyetin son merhalesi zannetmek gibi kolektif bir vehmi paylaşanlarla beraberdir! "Rahmetli sağ olsaydı şunu şöyle yapardı" spekülasyonlarına katılacak değilim ama Atatürk'ün kendi eliyle yazdıkları ve kendi diliyle konuştuklarından hâsıl en mânidar siyasi prensip ve vasiyet, herhalde, "hâkimiyet-i milliye ve istiklâl-i tamme" hakkındaki titizliği olurdu.

Atatürk'ün sözlerini "öztürkçe"ye cevirince mânâsı mı kayboluyor acaba?

Mısır'daki sağır sultan bile artık kestirebiliyor ki günün birinde AB'ye -lutfen ve kerhen- tam üye kabul edilecek olursak, o devletin belkemiğinde artık Atatürkçü fikriyatın varlığından bahsetmek mümkün olmayacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanı, yeni iktidarla mesafesini nedense hep "somurtkan ve azarlayıcı" bir üslûpta kurmayı tercih ediyor. Yürütmenin kendisi ile reisi arasındaki ilişkilerin daha sıcak olmasa bile daha üretken ve yapıcı olmasını beklemek hakkına sahibiz.