Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İnsanları korkutmak gibisi yoktur; korkutarak yönetmek veya korkuları yönetmek, iknâdan ve mantığa hitab etmekten daha etkili.

"Vaizler niçin genellikle galeyânı hatırlatır bir ses tonuyla, yüksek perdeden, çoğunlukla bağırarak ve azarlama üslûbuyla hitâbeti severler" diye düşünceye daldığımda vaizin ne söylediğini artık dinlemiyordum bile. Merkezden diğer camilere dağıtılan yayını ses mühendisleri analiz etseler % 90'ı insan sesiyle ilgisi olmayan mâdeni hışırtı ve parazit gürültüleri çıkar. Zor mudur; artık dijital yayın diye bir teknoloji var ve gün geçtikçe ucuzlayıp yayılmakta. Yayın teknolojisinde terfî kolay, mikrofonun önünde konuşacak adamları bulmak o kadar kolay değil.

Cuma vaazlarını ve minberden irad edilen hutbeleri daha yüksek, gönül doyurucu, müşfik ve latif bir edâya büründüremez miyiz? Cuma namazlarında mescidlerin cemaati bol olur; âlâ fırsat. "Cuma günleri mü'minin bayramıdır" der dururuz; bu cumaların bayramlık veya bayrama benzer neyi var ki?

Cuma namazının insana kazandıracağı mânevî rütbeleri ayrı tutalım: Cumanın ehemmiyeti, inananları haftada bir defa bir çatı altında bir araya getirmek; toplumsal boyutu öne çıkan bir ibâdet. Tek başınıza cuma namazı kılamaz, kazâ edemezsiniz; öyle ki o saatte cemaat bulsanız bile her mekânda cuma kılınmaz. Önceden duyurulmuş, mâlum edilmiş bir yer olacak. Bir araya geleceksiniz; bir araya gelmekten maksad "muârefe" etmek. Muârefe, tanışıp bilişmek, birbirinden haberdâr olmak, kaynaşmak, âşinâlık. Câmilerimizde bu mânâda muârefe edildiğini göreniniz var mı? Bayram namazlarında bile işimiz bitince dışarı çıkmaya can atarız.

Niçin işin tadını çıkarmayı hiç akla getirmeyiz peki?

"Âdet olmamış"; âdet değilse âdet haline getirelim. Bid'at-ı hasene bile değil resmen ve alenen Efendimiz'in mescidi evvelen insanların muârefe ettikleri bir mekândı. Sahâbenin ibâdet haricinde mescidde neler yapabildiklerini merak etmeliyiz; hayret edeceğinizden ve hoşlanacağınızdan eminim!

Vaizlerin cemaate hitab tarzı niçin hep i'tab edici ve azarlayıcı tondadır? Şefkate davet ederken bile suçlayıcı bir edâ, vaaz retoriğinin en klasik unsuru haline gelmiş. Cemaatin suçunu kabullenir edâda başını öne eğmesini zımnî tasdik saymayınız; Râşid halifeler devrinden sonra mescidde itirazda bulunmayı günâh ve i'tizal sayan bir gelenek kökleştirmişiz. İtiraz etmezler ama içlerinden neler geçtiğini nerden bileceksiniz? Cemaatle diyalog yok; cemaatle fikir alışverişini kolaylaştıracak bir an'anemiz de yok; biz söyleriz onlar dinler ve itaat ederler veya öyle görünürler.

Camilerimiz temiz midir; değildir. Temiz tutmak zor mu; değil. Bu lâzıme güzellikle izah edilse yevmiye üç kere koca mescidi başından sonuna tozunu alıp gıcır gıcır silecek bir hazır kıta cemaati (Mescid horozları!) vardır her câminin. Şevk ile aşk ile yaparlar.

Dünyanın ayakkabılığını yapıp koysanız, yine de bazıları pabucunu kapı önüne bırakır; mutlaka evine girerken de öyle yapıyor olsa gerektir diye düşünürüm. Zor mudur; izah edilmesi lâzım, birkaç ay üzerinde durulup tekrar edilmesi halinde düzelir bu işler.

Cumadan çıkınca cemaate şeker dağıtamaz mıyız meselâ? Kandillerde oluyor bazen, güzel şeydir. Yaz günü limonata olur, gazoz olur, soğuk su olur; kış günü helvâ, çay, sâlep olur. Câmi dernekleri, vakıfları bu işi rahatlıkla düzenlerler, hayır sahipleri de "bu hafta benden" diye sıraya girerler. En azından üç-beş dakikalığına göz âşinâlığı olur; insanlar birbirlerini tebrik eder, el sıkışırlar. Bu geleneğin gençler ve çocuklar üzerinde ne kadar güzel bir tesir uyandıracağını hesab edelim bir kere.

Asr-ı Saadette mescidler, içinde hayatın aktığı yerlerdi; sonraki nesillerin katkısı (!) ile derûnundan suçlu bir edâ ile bir an evvel kurtulmak istediğimiz kasvetli ve hayattan kopuk parantezler haline getirdik mescidleri.

Evet, düzeltmeye neresinden başlayacağız?