Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İnsan tabiatını ıskalayan ucuz toptancılıkları daima şüpheyle karşılamak gerekir:

12 Eylül 1980 tarihinin Türkiye'de insanları birdenbire köşedönücülüğe, vurgunculuğa, hırsızlığa, hatta ahlâksızlığa sevkeden bir dönemin başlangıcını teşkil ettiği yolundaki çokbilmiş izahlar bana hep aceleci ve sıradan göründü. Bu cinsten tahlillerin "12 Eylül yârânı"nı tersinden de olsa mârifet erbâbı imiş gibi göstermesi de bir başka yılgınlık hâleti gibi geliyor bana. Bizim "toplum mühendisliği" diye niteleyerek mahkûm ettiğimiz topluma şekil ve istikamet verme hevesleri, —yanlış bulsak bile— ilimsiz ve emeksiz başarılacak işler zümresinden değildir. Siyâsî ve idârî cihazı darbeyle battal hale getirmenin kolaylığı, yeni bir toplum inşâ etme gayretlerinin güçlüğü ile elbette mukayese kabul etmez. Ne var ki, insanın tabiatında mevcut zaafiyetlerin, küçücük vesilelerle su yüzüne çıkıp yaygınlaşabildiğini de kabul etmeliyiz.

Türk siyâsî hayatına "28 Şubat" kestirmesiyle giren ve sayın devlet başkanımızın periyodik ikazlarında belirtildiği üzere el'an devam etmekte bulunan bir süreçte bulunuyoruz. 14 Mayıs, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 25 Ocak gibi toplum ve devlet hayatında önemli dönüm noktalarını teşkil eden süreç başlangıçları, sırayla kendi insan tiplerini biçimlendirerek tarihe şerh düştüler. 28 Şubat tarihi de daha henüz ikinci yılında kendi insan sûretlerini yoğurmaya başladı. Laisizmin devletle toplum ilişkilerindeki yerini ve önemini bir kere daha tarif etmek kasdıyla başlayan bu süreçte, sair zamanlarda olduğu gibi devrin en kuvvetli rüzgârını arkasına alarak hiyerarşi basamaklarında yükselmek ve güçlenmek isteyen ikbâl düşkünlerine fırsat doğdu.

Bu devrin "yükselen" sûretleri bence şöyle kategorize edilebilir:

Eski tâbirle "müdâhin", yani ilmiyle amel etmek yerine, menfaatleri uğruna bütün birikimini her an reddetmeye hazır ve nâzır "bilim" adamı,

Varlığını ve korunmaya değer çıkarlarını "güçler ayrılığı" prensibinin zayıf noktalarını istismar eden ve yeri geldiğinde ölçü ve istikamet tanımaksızın kullanarak yerini sağlamlaştırma derdine düşmüş bürokrat,

Kamu hazinesi ve kamu çıkarı ile hayâti bağlarını güçlendirmek için her devrin, her fikriyatın ve her eğilimin adamı rolüne ustalıkla girmeyi becerebilen "belkemiksiz" işadamı,

Frenkçesi ile "personality", eski Türkçesi ile "recüliyet" yoksulu, kısaca şahsiyet ve dirayetten mahrum, ağzından çıkanı kulağı duymayan, sözünün arkasında duramayacak kadar ödlek, basiretsiz ve lüzumsuz gevezeliği ile "sürüye kurt getirici" cinsten politikacı,

Kaleminin izzetini ranta, güce, hakkıyla kazanılmamış itibara çevirmek için fırsat kollayan, meslek ilkeleri yerine gücün çıplak lisanına perestiş eden gazeteci,

İçinde yaşadığı toplumun dilini anlayacak zihin vüs'atinden mahrum olduğu ve ancak "tek parti" ikliminde bir "şey" teşkil edebildiğini farkettiği için hürriyeti despotizmle değiştirmeye hazır aydın.

"Bunca menfî karakter, 28 Şubat'la başlayan süreç yüzünden birdenbire zuhûr etti" iddiasında değilim; onlar hep vardı, hiç şüphesiz yarın da olacaklar ama bu kabil zaafiyetlerin soğuk bir çelik ışıltısıyla diğer müsbetler arasında parıldaması, kabul etmeliyiz ki bir ortam meselesidir. Bir zaafiyeti en azından teşhis etmenin değerini de ihmâl etmemeliyiz çünkü teşhis konulamayan illetin devâsı yoktur.

Haksızlık etmeyelim; aynı süreç içinde prensiplerinin, meslek ahlâkının, siyâsî sorumluluklarının, kaleminin, kürsüsünün, tezgâhının izzet ve haysiyetini tam bir metânet ve şahsiyet ibrazıyla muhafaza edenlerin sayısı hiç de az değil. Tarih hükmünü verdiğinde onlar daima minnet ve şükranla anılacak; diğerlerine gelince:

Tarih, kayıtlara geçirmek için "menfî" tiplerde bile daima "kalite" arar.