Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Gazeteler artık eğitim sayfası da yapıyor; gazete sayfaları artınca, uzmanlaşmaya gitmek durumu hâsıl oldu; böylece yayın yönetmenleri "eğitim yazarı, eğitim muhabiri" adıyla alanında uzmanlık bilgisi kullanan kişiler çalıştırmaya başladılar.

Geçen hafta bazı gazetelerde yayınlanan bir haber, bana göre haber bulmakta güçlük çeken muhabirlerden birinin icadıydı: Habere göre sabah saatlerinde ilk dersten önce yapılan törenden sonra okul müdürü ve yöneticiler, kapıda kılık kıyafet ve yönetmeliğe aykırı saç muayenesi yapmışlar. Muhabir de okul bahçesinin duvarından vaziyeti fotoğraflamış; ortalık karıştı, "olur mu, bu kadarı da fazla, hangi çağda yaşıyoruz" neviinden yorumlar aldı başını gitti. Ardından tek tip kıyafet ve üniforma uygulamasının zararlarından dem vuruldu.

Artık yaşlı yazar sınıfına girdiğim şuradan belli ki, haberi okuyunca ortaokul günlerime dönüverdim birden; lâf değil, kırk yıllık hâtıra.

Bir adam kırk yıl önce yaşanmış bir hâdiseden bahsediyorsa yaşlıdır; bu ölçünün lâmı cimi yok.

Sene 1966; 67 de olabilir.

Türkiye'nin bütün okullarında olduğu gibi bizim okulda (Atatürk Ortaokulu) da talebenin kılık kıyafeti, saç uzunluğu, tıraş tarzı konusunda kuş uçurtulmuyor. Hafta içinde sözlü ikazlar yapılıyor, aldırış eden olmayınca pazartesi sabahları İstiklâl Marşı töreninden sonra müdürün haftalık direktiflerini (daha doğrusu tehditlerini) dinleyip okul kapısı önünde tek sıra halinde kontrolden geçerek sınıflara giriyoruz.

Evvela üniforma muayenesi yapılıyor; üniformamız bugünün ölçülerinde bile pek şık sayılabilecek bir kompozisyondan oluşuyor: Lacivert ceket, gri pantolon, mavi gömlek, kırmızı üzerine okulun amblemi basılmış ince kravat.

O sabah yine heyecan içinde kapı önünde kontrol sırasına dizildik lâkin ben tedirginim; saçlarım yönetmeliğin gerektirdiğinden biraz daha uzun gibi geliyor bana; kontrol eden müdür yardımcısının benimle aynı kanaatte olmaması için dua ederek ağır ağır kontrol noktasına ilerliyoruz. Sıra bana gelince Müdür Bey'i görüyorum.


Müdür deyince biraz duralım.

Okulumuzun müdürü Selahattin Aydemir. Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun olduktan sonra Anadolu'da öğretmenlik mesleğini sürdüren nadir ressamlardan.

Ve Selahattin Aydemir'le evlerimiz karşı karşıya.

Annesini tanıyorum, babasını biliyorum; kardeşlerini, eşini biliyorum; onlar da beni tanıyorlar. Selahattin Aydemir, halamdan dolayı bize hısım.

Üstelik Selahattin Aydemir, benim ilkokuldan velim.

Evinin alt katı resim ve heykel atelyesi; bazı günler bana en çekici resimli romanlardan bile cazip görünen atelyesine girip aklımı başımdan alan boyalara, tuvallere, ahşap işlerine, alçıdan Atatürk heykeli ve mask döktüğü kalıplara, kavanozlar dolusu fırçaya, o güne kadar görmediğim muhtelif sanat alet edevâtına hayranlıkla bakardım; baktıkça bakasım gelirdi; cesaretim olsa, "şunlarla biraz da ben oynayabilir miyim" diyeceğim ama nerde o cesaret bende?

Tamam, adam, halamın kaynının oğlu, kapıbir komşumuz, çocuklara karşı çok sevecen ve merhametli bir adam fakat hani nasıl derler, biraz ağzı bozuk; ters biri.

Zaten Sivas'taki nâmı da öyledir biraz; sağı solu belli olmaz.

İlkokulda iken bir gün imzalasın diye karnemi götürmem icab etti. İlk tepkisi aynen şöyle:

-Bu ne biçim karne lan?

Karne mis gibi karne; baştan aşağı pekiyi dolu (bir daha asla ilkokuldaki performansımı yakalayamamış olmamı hüzünle hatırlarım). Kızacak, tepki gösterecek bir durum yok yani!

Sonra anladık ki, "yahu karne dediğinde biraz iyi, orta filan olur; bu nasıl karne ki hepsi pekiyi" demeye getiren bir takdir nidası imiş o.

Nitekim o sözleri böyle tercüme ettiklerinde hoşuma gitmişti, gururlanmıştım.

İşte elinde kağıt makasıyla karşıma dikilen disiplin zaptiyesi o adam: Selahattin Aydemir!

Her zamanki asabi ve azarlayıcı yüz ifadesiyle saçımı uzun yerinden kavrıyor, kahkül kısmından başlayarak tepeye doğru üç dört makas darbesiyle adam içine çıkılmayacak hale getiriyor. Kenarda kızlar kıs kıs gülmekteler... O ise son derece soğukkanlı; hatta o esnada beni tanımadığını ileri sürsem yalan söylemiş olmam. Hoş tanısa bile durum değişmeyecekti ya...

Biz bu stil tıraşa "tren yolu" derdik o zaman. Utanç verici bir şey miydi? Yoo... O gün sınıfta benim gibi başından tren yolu geçen beş-altı arkadaşım daha vardı; dersler bitene kadar birbirimize bakıp gülmüştük.

Evde durumu gayet olağan ve sıradan bir şey gibi karşıladılar; tıraş parası verip berbere gönderdiler ve o günden sonra tıraş hususunda daha dikkat etmeye başladım.


Selahattin Aydemir, birkaç ay önce Hakk'ın rahmetine kavuştu. Taşralarda misaline ender rastlanan çok farklı bir şahsiyeti vardı. Eğitim hayatındaki tek kusuru, vaktiyle bendeki resim yapma kabiliyetini daha o çağlarda fark edememiş olmasıydı!

Halbuki bir sene resim derslerimize gelmişti. Suluboya yaptırdığı gün, hademenin sınıfa getirip tahtanın önüne bıraktığı bir yangın kovası suyu hâlâ unutmuyorum. Ne yazık ki, resim konusundaki kabiliyetimi sadece Selahattin Aydemir değil, kimseler fark edemedi! Netekim liseyi bitirdiğim sene rahmetli anneciğime, "acaba güzel sanatlar akademisi giriş imtihanına girsem mi" diye danıştığımda, "Allah göstermesin, o fukara kılığıyla kaldırımlarda sürünen pis adamlardan biri mi olacaksın!" diye bütün ümitlerimi boşa çıkarmıştı.

Allah rahmet etsin; tanıyanlarından bazıları şaşıracak ama Selahattin Aydemir iyi yürekli ve merhametli bir adamdı. Saçımı kestiği, kızların önünde beni küçük düşürdüğü için ona hiç muğber olmadım.


Şimdiki çocukların psikolojik dengeleri kristal küreler gibi; çıtt diye kırılıveriliyor. Ebeveynlerin çocuklarına lüzumundan fazla ilgi göstermelerine hep şaşırmışımdır.


Meraklısına not; kesilen saç, eskisinden daha gür olarak yeniden uzar. Misâl ben!