Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

  1. Yıl kutlamaları dolayısıyla kitapçı ve hediyelik eşya satan dükkan vitrinlerini az çok âşinası olduğumuz bir sembol süslemişti.

Osmanlı arması. Pek çok insan, bu armanın Osmanlı Bayrağı, Osmanlıların siyasi hakimiyet sembolü olduğu zannıyla duvarlarına astılar; halbuki "Osmanlı Bayrağı" kavramı, Osmanlıları ilgilendirmeyen, daha doğrusu Osmanlılarla aynı zamanı paylaşan diğer devletlerin de yabancısı olduğu bir alâmetti. Bayrak moderniteye has, "millî devletler" çağına mahsus bir siyasi işarettir. Çok eski çağlardan beri kullanılan alem, flama, arma gibi timsaller, bugünkü anlamlarını taşımaktan uzaktılar. Meselâ Hazreti Peygamber'in askerî seferlerde İslâm ordusunu timsâlen belirli renk ve şekilde bir alem tayin etmediği mâlumdur. Eski Türk devletlerine izâfe edilen bayrakların da çoğunluk itibariyle modern zamanlarda tasarlanmış ve kabullenilmiş göstergeler olduğunu biliyoruz.

Türkiye'nin "milli devlet¨ haline gelmesiyle, batı Avrupa ülkelerinin milli devlet formuna bürünmesi arasındaki süreç farklılıkları çok belirgindir. Bu yüzden biz, milli devlet olmak olgusuna iktisâdi, toplumsal ve kültürel bir lüzumun tesiriyle değil, hissî, romantik unsurlarla vâsıl olduk; herşeyden önce "muasır medeniyet" seviyesine erişmemiz için batılı ülkelerin devlet yapılarını ve felsefesini, hukuk nizamlarını, siyaset üslûplarını özümsememiz gereğini hissettik ve bunlar taklid edilebilir nitelikte idiler. Ne var ki üretimde muasır medeniyet seviyesini sırf temennî ile, iyiniyetle, kanunla veya inkılapla yakalamak mümkün değildi; nitekim üretimde batı standartlarına erişmek, bugün bile henüz çok uzağımızda kalan bir hedeftir. Bu yüzden bizde millî şuur ve milliyetçilik iktisâdi ve toplumsal bir olgudan ziyade siyasi ve hissi bir hassasiyet olarak kaldı; hâlâ öyledir.

İşte bu yüzden biz, nerede bir Türk bayrağı görsek tuhaf oluruz. Buna bir nevi mistifikasyon demek de mümkündür.


Aynı kulvarı, hergün otomobilin sürücü koltuğunda oturarak katetmek zorunda olanlar kadar dış dünyaya kapalı pek az insan tipi vardır. O sabah, günde iki kere geçtiğim kavşağa mutad üzre yavaşlarken hemen karşıdaki resmi dairenin direğinde dalgalanan Türk bayrağını farkettim. Hani film gibi bir şeydi. Bir kere şaşırtacak derecede bakımlı, tertemiz ve yeniydi. Hafif rüzgârda yelken gibi genişliyor, bükülüyor, dalgalanıyor ve nazla kıvranıp duruyordu serende. Kaldırım kenarında selâmet bir yere çekilip birkaç dakika Türk bayrağını seyrettim.

Yeniden yola koyulduğumda zihnimde bir cümle vardı:

Ah bu güzel bayrağın bize ettikleri!


İzah edeyim: Bir kere Türk bayrağı, diğer bayraklar arasında grafik sanatı açısından taşıdığı değerler bakımından gerçekten üstün bir zevkin eseridir. Bu noktada belki her Türk gibi benim de fikr—i sâbitle hüküm verdiğimi düşünebilirsiniz ama herhangi bir coğrafya atlasında bayrakların yer aldığı sayfayı açıp da şöyle bir göz gezdirdiğinizde bana hak vereceğinizi biliyorum. Herkese kendi ülkesinin bayağı güzel ve sevimli görünecektir fakat bizim bayrak, grafik değerlerindeki sadelik, renklerindeki canlı kontrast ve temsil ettiği anlamdaki şecaat sebebiyle gerçekten çok güzeldir. Ne var ki bizim bayrak hassasiyetimiz, meselenin grafik boyutlarından da ötede. Türk bayrağına duyduğumuz yoğun hissî alakayı tahlil ettiğimizde, diğer ülkelerdeki bayrak—yurttaş münasebetlerinden hayli farklı olduğunu sandığım başkaca anlamlar çıkıyor:

— Biz Türklerin, kollektif başarılara imza koymak hususunda beceriksizliği mâlum ve müsellem. Halbuki bayrak milletin kollektivitesini temsil ediyor; gündelik hayatta başarıya ulaştıramadığımız ve akim bıraktığımız kollektif beceriksizliğin acısını, bayrak sevgisini yoğunlaştırarak telafiye çalışıyoruz gibi bir zan içindeyim. Tabii bu noktada bayrak sevgimiz, sağlıklı ve dengeli bir "temsil eden—temsil edilen" alışverişinden çıkarak "temsil etmesi gereken / temsil edilmesi gereken" ilişkisine dönüşüyor. Biz netice itibariyle bayrakta, yarım kalmışlığımızın, eksikliklerimizin ve kollektif iş başarmaktaki ve beceriksizliklerimizin telafisini buluyoruz. "İş"le kapatılması gereken bir açıklığın "niyet"e telafisine benziyor bu. Kompleks diyeceğim ama dilim varmıyor. Bayrağa bakarken "olan"ı değil, olması gerekeni görüyor ve tasarlıyoruz.

— Bu tesbit eğer doğruysa, milliyetçilik kavrayışımızı da çok yakından ilgilendiriyor. Burada milliyetçilik kavramını Türk etnisitesine özel bir anlam yükleyen kavmî milliyetçilik veya asabiyye mânâsında değil, aynı gemide yolculuk edenlerin geminin akıbetinden veya selametinden duydukları endişe veya hoşnutluk mânâsında kullanıyorum; mesela ve "farz—ı muhal" Türk lirasının uluslararası piyasalarda itibarı yükselince hepimizin hissedeceği gurur veya hoşnutluk duygusu tasavvur olunursa, milliyetçilikten ne kasdettiğimi de biraz anlatmış olabilirim. Buna Türk pasaportunun yabancı gümrük kapılarında itibarının yükselmesi, Türkiye'de geçim standartlarının yılda üç—beş bin dolardan otuzbin dolara çıkması veya Türk üniversitelerinin dışardan talebe celbedecek ölçüde kalite çıtasını yükseltmesi gibi "muhal—farz" durumları da ilave edebilirim. Belki de böyle başarılara ancak rüyada ulaşmanın mümkün olacağını hissetmenin verdiği karamsarlığa rağmen, hayata tutunmanın verdiği inatla bayrak sevgisini abartıyoruz. Yukarda, yürek kanatsa da "muhal—farz" şartıyla sıraladığım başarılara erişmiş bir siyasi topluluk olsak, bizim bayrakla hissî alâkamız herhalde daha dengeli ve ağırbaşlı, daha ayağı yere basan ve daha vakur bir seviye gösterirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.


Bizde "bayrak göstermek" diye bir alışkanlık yerleşmeye başladı. Düğün konvoylarında, asker uğurlamalarında, Galatasaray' ın bir başka yabancı futbol takımını yenmesi halinde, tamamen bir alışkanlık eseri Türk bayrağı göndere fora ediliyor; diğer taraftan bayrak, kanun gereği sık aralıklarla gündelik hayatımızın içinde sıkça boy gösteriyor: Haftabaşında bütün resmi kurumlarda törenlerle göndere çekiliyor ve hafta sonlarında aynı törenle indiriliyor. Televizyonlar bayrakla açılıp kapanıyor; bütün kongre ve toplantılarda bayrak sahnenin değişmez aksesuarı. Hatta otel, şirket, işletme gibi kuruluşların avlularında bile bayrakla karşı karşıyayız. Sanki bir yerde bayrak gösterilince, yevmî sıkıntı ve başarısızlıklarımızı bir anlığına olsun unutuyormuşuz gibi bir hâlet içindeyiz. Belki de bu mekanizmanın beslediği bir alışkanlıkla hemen herkes ümitsizliğe ve karamsarlığa düştüğü anlarda "bayrak göstererek" bizi şimdiki kötü zamanlardan gelecekteki mutlu günleri hatırlamaya çağırıyor. Gecekondusunu yıkmaya gelen belediye ekiplerine bayrak çeken garibanlardan, bütün beceriksizliklerini "milli birlik ve beraberlik" edebiyatı ile mazur göstermeye çalışan hükümet erkânına kadar hemen hepimiz bayrağı gereğinden fazla yoruyor ve hırpalıyor gibiyiz. Endişem şu; günün birinde bayrağın temsil ettiği gerçek değerler bu derece fazla, gereksiz ve kötü niyetli kullanımdan ötürü bütün mânâsını kaybedebilir ve o zaman çok daha derin bir toplumsal bunalım içinde tutunacak bir müşterek bulamayabiliriz. Mâzallah!


Gönderinde nazla dalgalanan Türk bayrağını adeta derin bir vecd içinde seyrettiğim o birkaç dakika içinde, baştan beri anlatmaya çalıştığım çelişik duygular yumağında zihnen savruldum durdum; neticede bizim mi bayrağı gereğinden fazla yorduğumuz, yoksa bayrağın mı bize gereğinden fazla yüklendiği hususunda tezatlar içinde kaldım. Kesinlikle emin olduğum bir tek şey var: Temiz, ütülü ve asli renk ve boyutlarını taşıyan bir Türk bayrağını hafif rüzgar altında ve yüksek bir gönderde birkaç dakikalığına da olsa seyretmek, millî mâneviyat üzerinde kesinlikle müsbet bir te'sir yapıyor; bu hislenişe psikoloji ilminin soğuk tâbiriyle "illüzyon" demek mümkün olsa bile bu böyle.