Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bizdeki sağ—sol farklılığı, üslûp itibariyle ABD'deki Cumhuriyetçi—Demokrat kutuplaşmasına benzemiyor; daha çok Fransa'daki Cumhuriyetçi—Liberal veya Kraliyet taraftarları arasındaki gerilimden mülhem olsa gerektir.

Fransız kültürünün etkili olduğu son asırda bizim siyasi kültürümüz de Frankofil bir karaktere büründü. Avrupa'daki en sert laiklik uygulaması Fransa'dadır; kezâ üniter devlet yapısı konusundaki Fransız hassasiyeti hâlâ konuşulan bir mesele olarak dikkat çekiyor.

Muasır kriterlere göre çok az gazete satılan, çok az kitap okuyan, kültür problemlerine genellikle bigâne kalan bir ülkede, bundan otuz—kırk sene önce son derece vahim bir sağ—sol geriliminin yaşanması hangi sebeple izah edilebilir; dikkatle tahkik edildiğinde görülecektir ki sağ—sol gerilimi bize Fransa'dan iktibas olunmuş bir "duruş" farklılığıdır. "Duruş" kelimesinin altını çizerek vurguluyorum zirâ bizde sağcı veya solcu olmak, sosyal menşe veya iktisadî sınıf şuurunun tabiileştirdiği bir tercih değildi; bizimki biraz "efendisinin ilacını çalıp içen ahmak uşak" tavrını andırıyordu. Batılı ülkelerdeki mâruf şablona göre bizde genellikle solcu olması gerekenler sağcı, sağcı olması gerekenler solcu bir "duruş" tercih etmişlerdi. Seçtiğimiz "duruş yeri"nin, mensup bulunduğumuz sosyal menşe ile ilgisi yoktu; vaziyet karmaşıktı ve her haliyle sağ—sol polaritesinin içtimai bir zeminden mahrum olduğu âşikârdı.

İptidâ sol vardı; Türkiye'de sağ, solun yarattığı bir kategoridir. Solcular, işin kolayına kaçarak kendilerini ancak sağın varlığıyla izahı tercih ettiler. Böylece fabrikatörle okuma yazma bilmeyen köylü, küçük esnafla emekli memur birdenbire kendilerini solun tarif ettiği bir cephe içinde yanyana buluverdiler. Yanyana gelmelerini gerektirecek tabii bir sebep mevcut değildi aslında; sadece, sol tarafından öyle nitelendirildikleri için toplumsal bir cephe teşkil etmişlerdi. Cephe dayanışmasını güçlendirmek ve sürdürmek için sağın kendi dinamiklerini arayıp harekete geçirmesi beklenecek olsaydı, solcularımız hâlâ bekliyor olabilirlerdi! Acelesi olan herkesin yaptığı gibi onlar da filmi hızlandırarak oynatmaya karar verdiler. Türkiye'de sağın mevcut kılınması veya inşâ edilmesi için biraz rahatsız edilmesi gerekiyordu: Evvelâ toplumun müşterek değerlerine galiz tarzda muhalefet yoluna gidildi; din (yani İslâm) aşağılandı, kültür değerleri ile alay edildi, sağ kitle biraz tedirgin oldu, cılız protesto sesleri yükseldi ama o kadar; daha fazlası gerekiyordu. Daha fazlası şiddet ve terördü. Hangi toplumda uygulanırsa farketmiyor, şiddet, yandaşlarını ve muhaliflerini yaratır, bizde de öyle oldu.

Sol beceriksiz

Solculuk Türkiye'de özellikle tercih edilmiş ve şuurlu olarak kullanılan bir kimlik târifidir fakat "sağcılık" kavramının, sağcı sayılan kimseler tarafından aynı şuur ve tercihle reddi şaşırtıcıdır. Sağcılık Türkiye'de sahipsiz bir kimliktir. Kimlik aidiyetindeki bu gönülsüzlük, Türk solunun onlarca başarısızlıklarından birini teşkil ediyor. Bizde sağcı tâbiri, aslında klasik sağ tâbirinin yerini tutmayan başka sıfatlarla ikame edildi; milliyetçilik ve müslümanlık. Kavramlar daha başından birbirine karışmaya başlamıştı ve böylece solculuğun milliyetçiliğe ve müslümanlığa muhalif olduğu, hatta bir adım daha ötede, solcuların İslâmî veya millî tavırlar takınamayacakları şeklinde bir kireçlenme emâresi belirdi. Türk solu, en büyük hatâyı işte bu noktada yaptı ve kendileri tarafından inşâ olunmuş bir siyâsî kitlenin kontr—târifini kabullendiler.

Türk solu'nun en büyük beceriksizliği "sol tavır"ın, Marksizm—Leninizm, Sosyalizm hatta ucu proleterya ihtilâli tasavvurlarına kadar uzanan ihtilâlci ve iç savaş senaryolarından medet uman tedhişçi sol yorumlardan hassasiyetle tefrik edilmemesi olmuştur; bu hatâ sol tarafından yapıldı ve kısa zamanda solculuk, Türk kamuoyunda meş'um, lânetli ve âdeta "şeytanın ard bacağı" nev'inden bir kötülük sembolü haline geliverdi. Çocukça bir romantizmle zorlanan tedhişçilik ise bu nitelemeyi zamanla haklı kıldı; meselâ inzibat şehid eden bir terörist, kamuoyunda tek kelimeyle "solcu" olarak adlandırılıyor ve hatalı niteleme, Türkiye'de sağlıklı bir "sol" hareketin teşekkülünü yıllarca geciktiriyordu. Batılı kültürlerde sol, savaş ve şiddet aleyhtarı bir karşılık tedai ettirirken bizde, icabında ana—babasını bile öldürmekten çekinmeyen, vatan, millet, bayrak ve ordu düşmanı bir profilin çizilmesine seyirci kalınıyordu.

Hayır, "sağ mazlumdur, şiddete bulaşmamıştır, hepsi de temiz aile çocuklarıydı" nev'inden mütalâalar serdetmiyorum; sağı, sol yarattı, biçimlendirdi ve onu harekete geçmeye icbâr etti. Bir "hiç" yüzünden Türkiye on yıl süren bir iç savaş atmosferi yaşadı ve beşbin civarında insan sokaklarda öldürüldü; "hiç" kelimesi kadar bu cümleye yaraşan bir kelime yoktur. İç savaş Türkiye'nin dinamizmini baltaladı, itibarını zayıflattı, kalkınmasını geciktirdi ve kardeşi kardeşe düşman etti. Türkiye bu kör dövüşünden bir "felsefî tecrübe birikimi" veya "iç kavganın tehlikeli olduğu" yolunda bir fayda kırıntısı olsun kazanamadı. Mânâsız ve sebepsiz başlayan iç savaş, aynı derecede mânidar ve "esbâba tevessül eden" bir askeri darbenin inzibat düdüğü ile bıçak gibi kesiliverdi. Bu bir "hiç"ti!

Türk solu bir Babil kulesiydi

Bugünün Türkiye'sinde "sağ—sol" tefriki, eskisi kadar tesirli olmasa da hâlâ itibar edilen bir adres tarifidir. "Solcu" lâfzı, eski meş'um tedailerinin çoğunu kaybetti ama tamamını değil. Bugünün solcuları, ağabeylerine nazaran daha ılımlı ve samimi konuşabiliyorlar ve bu yüzden onların ne demek istediklerini daha rahat anlayabiliyoruz; dün böyle bir imkân mevcut değildi; komünizmi övmek kanunen suçtu, "solcuyum" diyebilmek ise daima zaman ve zemin kollanmak suretiyle başvurulan bir kimlik açıklamasıydı. Taraflar, imaj endişesi yüzünden olsa gerek sert ve köşeli kelimelerle, zehir zemberek bildirilerle ve bükülmez tavırların katılaştırdığı bir retorikle konuşurlardı ve böyle bir ortamda kimin aslında neyi söylemek istediğini keşfetmek kolay olmuyordu.

1980'den sonra Türkiye hızlı değişti ve 1984'te PKK terörünün başladığı günlere kadar hemen herkes bir durum değerlendirmesi yapmak imkânını buldu. "Sol"la ilgili önyargıların değişmeye başlaması da aynı döneme tekabül ediyor. Solla ilgili önyargılarla birlikte, solun gerçek niteliği de yavaş yavaş netleşmeye başladı, kendi adıma söyleyebilirim ki Türkiye'de solculuk, radikal ve marjinal muhalefetin bütün renklerini bünyesinde toplayan bir müşterek kimlik vazifesini görmüştür; meselâ vaktiyle Türkiye'de solcu olmak, üç aşağı beş yukarı dini değerlere karşı kayıtsız kalmak, muhalefet etmek veya tamamını reddetmek, sofuca ve mutaassıp tavırları tenkid etmek, mikro milliyetçilik cereyanları ve mezhep mensubiyeti gibi alt kimlik aidiyetlerini açığa vurmak, devleti ve sistemi eleştirmek, haksızlıklara karşı fiilen protestoda bulunmak, gelir dağılımında adaletten yana olmak gibi solla doğrudan ilgili olmayan tavırlara ilaveten sosyalist ve Marksist—Leninist felsefeyi benimsemek, hatta Maocu, Kastrocu veya Enver Hocacı olmak gibi tercihleri de bünyesinde barındırabiliyordu. Takdir edilmelidir ki bunca vasıf bir "solcu" kelimesinin kaldırabileceği yük değildir. Türk solu, solun gerçekte ne olduğu ve nasıl temsil edilmesi gerektiği hakkında ev ödevini bugüne kadar aksattığı için kabahatlidir; kavramı, içine "antifaşist ve antiemperyalist" herşeyi alabilecek derecede genişlettiği ve zorladığı için Türk fikir hayatının kalitesinin düşmesine sebep olmaktan suçludur. Türk solu, tam da "alaturka" bir mahiyette tezahür etmiş ve bugüne kadar erişmiş bulunuyor. Solun, belki taban tutabilmek ve kitlelerin ilgisini cezbetmek maksadıyla olsa gerek, vaktiyle mikro milliyetçilik ve mezhepçilik gibi cereyanlarla sıcak ilişkiler içinde bulunması bile, sol kavramının nasıl kirlendiğini ve asıl tabiatından başkalaştığını göstermeye yeter.

Borcunu öde Türk solu!

Hayatımın hiçbir döneminde kendimi zihnen ve rûhen sola meyyâl hissetmedim; böyle bir sıfatla solun iç meselelerini veya ne idüğünü tartışmak, samimiyetten uzak bir tavır gibi görünebilir ama farkediliyor ki sol, sadece solculara terk edilemeyecek kadar mühim ve verimli bir polarite unsurudur. Bugün için Cemil Meriç'in şu sözünü daha iyi fehmedebilecek noktada bulunuyoruz: "Düşünce hayatımızın en büyük faciası, birbirini tamamlamak için yaratılmış aydınlarımızın, birbirini yıkmaya çalışmalarıdır". Bu söz, kendi kamplarımız içine muhkem barınaklar inşâ etmeyi değil, hakikat için yaşamayı ve hakikat için işbirliği yapmayı istikametlendiren, heyecan verici bir muhtevâ taşıyor. Bugüne kadar soldan öğrenebileceklerimizin pek azını öğrendik, halbuki daha fazlasına ihtiyacımız vardı ve el'an bu ihtiyaç devam ediyor. Sol'un kendi muarızlarından öğrenebileceği şeyler meselesine ise hiç girmiyorum zira bu yazı çerçevesindeki genel tenkidler içinde o mesele de zımnen yer almaktadır.

Bana göre Türkiye'de solculuk bugüne kadar çocukluk dönemini yaşadı daha ziyade "evcilik" oyunuyla hazırlık süresini doldurdu. Türk solunun tarihi bir "premature"nin tarihidir; bu erken doğum, fikir hayatımızın kalitesi ve zenginliği açısından kayıptır. Sağlam esaslara dayalı, zamanı doğru okuyan ve doğru tarif edilmiş bir sol kavrayışı, hem kendi taraftarları, hem "sol"un muhalifleri açısından son derece faydalı, öğretici ve zenginleştirici bir fonksiyon ifâ edebilirdi ve bu ihtiyaç hâlâ variddir.

Türkiye'de solculuk artık basit heyecan ve sevk—i tabiilerin idare ettiği bir "duruş yeri", bir kimlik göstergesi olmaktan çıkmalı, evrensel sol birikimden gıdâlanan ve bu birikime ciddi katkılarda bulunan, barışçı, hakperest, muhalif ve idealist çizgisini yeniden inşâ etmelidir ve Türk fikir hayatı açısından böyle bir "ba'sü bâ'de'l mevt" çok faydalı ve semereli sonuçlar doğuracaktır.