Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İki gazetemizin anlamlı "kültür" hizmeti, birer hafta arayla birbirini izledi; daha önce teflon tava, cam kâse, çürük kurşun kalem, cep telefonu, masa örtüsü,

yoğurt, gazoz, makarna ve kızarmış patates dağıtarak okuyucusunu aydınlatmayı hedefleyen gazetelerimiz, şimdi asıl promosyon kimyâsını keşfettiler: "English".

Ne onunla ne onsuz!

Ecnebî lisan, Tanzimât'ı müteakiben Tercüme Odası faaliyete geçeli beri okur—yazar takımı için derin bir kompleks teşkil etti; önceleri —haklı olarak—ilim adamları ve yüksek bürokratlar için bir "lâzıme" teşkil ederken sonraki yıllarda eğitimin her kademesine sirâyet eden bir "vâcib" haline geldi. Yakın zamanlara kadar orta dereceli okullarda başlatılan yabancı dil eğitimi artık ilkokul safhasını, hatta anaokullarını bile kapsamı altına aldı. Ne onunla olabiliyorduk, ne de onsuz. "Düz" devlet okullarında yabancı dil öğretiminin fecî sonuçlar verdiğini devletten başka herkesin teslim etmesine rağmen bu aksak düzen inatla sürdürülüyor. Yabancı dil Türkiye'de artık muazzam bir sektör haline geldi. Orta yaşını çoktan geçmiş bürokratlardan tutunuz da neredeyse kundaklık bebeklere kadar çok büyük bir kitle "English sektörü"ne büyük meblağlar yatırıyor. Kağıt üzerinden bakıldığında bu bir eğitim harcamasına benziyor ama öğretilen, daha doğrusu "öğretilemeyen" şeyin niteliğine dikkat edildiğinde iş değişiyor.

Yabancı dil; ama ne için?

Evvelâ öğretilen şeyin niteliğine eğilelim; mâlum "bir lisan bir insan, iki lisan iki insan" tekerlemesinin de sarahatle belirttiği gibi anadilinden başka bir dili öğrenmenin faydasını tartışmaya gerek yok. Bu tartışılmaz mantık, "iyi ama kimin için ve hangi ihtiyaca binaen?" sualiyle karşılaştığında caydırıcılığını kaybediveriyor. Resmi eğitimden geçmiş herkesin bir yabancı dil bilmesi doğrusu güzel fikir ama bu gidişle doğrusu bu hayali gerçekleştirmemiz mümkün görünmüyor. Böyle bir hayalin tahakkuku halinde boyumuzun ne kadar uzayacağı da hayli su götürür bir husus teşkil etse de eğitim almış her vatandaşın, her şeyden evvel anadilini doğru tasarruf etmesi gereğini tartışamayız. Garâbet de burada: Eğitim düzenimiz, eğitim gören herkese en az bir yabancı dil öğretemediği gibi anadilimiz Türkçe'yi de öğretemiyor! Buna rağmen yabancı dil, özellikle "English", toplumumuzun en hızlı yükselen değeri. Yurtiçinde İngilizce'ye yaptığımız muazzam yatırımın karşılığını alamadığımız bir yana, her yıl yurtdışına lisan öğrensin diye gönderilen öğrencilere devlet bütçesinden tahsis edilen milyonlarca doların, şöyle veya böyle nasıl geri döndüğünü merak ettiğimiz bile yok. Yabancı dil eğitimine harcanmış paraya neredeyse kudsiyet atfetmemizde bir sakatlık sezmiyor musunuz? Yüzlerce özel kurs, yüzlerce çeşit "İngilizce öğreniyorum" kitap seti, "audio—video" dil laboratuarları, özel ders veren öğretmenlere saat başına ödenen yüklü ücretler hep o "mukaddes" gaye için değil mi: English, English, English!

Anadilini dörtyüz kelimelik bir "hazine" ile ağzını—gözünü yararak tasarruf edebilenlerin herhangi bir yabancı dilde ne derece muvaffak olabileceğini hiç düşünüyor muyuz? Anadilini "sokak" seviyesinde tasarruf edebilenlerin, bir başka lisanda ancak sokak seviyesinde başarılı olabileceğini ne zaman kabullenebileceğiz?

Dil araçtır; anadil bile!

İki gazetemizin birer hafta aralıkla "English mâdeni"ni keşfedivermelerinin anlamını artık tartışabiliriz; bütün okurlarını kampanya sonunda birer "İngilizce öğreniyorum" seti sahibi yapmak uğruna BBC kurumuna ne kadar döviz ödediklerini merak etmiyorum ama harcadıkları dövizi, ilâve okuyucu sayısı ile kapatacaklarını tahmin edebiliriz; bu hesapta açık verseler bile ne gam? English English'tir ve bu uğurda göze alınan fedâkarlığın lâfı bile olmaz!

Anadil gibi diğer diller de sadece birer araçtır ve anadil gibi diğer diller de kendiliklerinden değer ve iş üretemezler, halbuki bizde yaygın görüş bunun tam aksidir; "iki dili sular seller gibi konuşur" nitelemesi düpedüz iltifattır. Türkiye'de bir yabancı dili iyi öğreten kolejler sırf bu nitelikleriyle efsânevî şöhretler, karizmatik câzibeler kazanmışlardır. Ülkemizde bir veya bir kaç yabancı dil bilmekle yetinmeyip, sahip oldukları bu "araç"la mânidar şeyler yapabilen insan sayısının dil bilenlere nisbeti şaşılacak derecede azdır ve bu garâbet pek az sorgulanmıştır. "Amerika'da çöpçüler bile İngilizce biliyor" cümlesi, bu garâbeti sorgulamak için iyi bir başlangıç noktası teşkil edebilir pekâlâ.

Sözün özü: Bazı gazetelerin "English" kelimesinin itibarını tiraja dönüştürme arzusu ne kadar tartışılsa yeridir; ayrıca bu tip kampanyalarla gazete okuyucusunun ve özellikle çocukların İngilizce öğrenmekten ziyade "English" kelimesinin câzibesine kapılmaktan başka bir fayda sağlayamayacakları da tartışılmalıdır. Bu derece yaygınlaştırılmış ve "tavsiye edilmiş" bir "English" promosyonunun resmi ideoloji açısından ne anlama geldiğini ise elbette devlet büyükleri bizden daha iyi değerlendireceklerdir.

"Hoca" sağ olmalıydı ki...

Ülkemizde son derece ciddî ve endişelendirici bir "Türkçe meselesi" ile yüzyüze bulunduğumuzu ne zaman farkedebileceğiz? Bu memlekette başta akademisyenler olmak üzere, bürokratlar, siyâsetçiler, basın mensupları ve hatta entellektüeller bile anadillerinde hatâsız yazmak ve konuşmak konusunda ciddî sıkıntılar çekiyorlar. Köşesini her gün kalem erbâbının Türkçe yanlışlıklarını düzelterek dolduran yazarlarımız bile var. Türkçe'nin telâffuzu, ancak ihtisas sahiplerinin üstesinden gelebildiği bir "mârifet" mevzuu oldu; noktalama işaretlerinin nerede ve nasıl kullanılması gerektiği konusunda dilciler ihtilaf halinde. Piyasa, birbirini nakzeden imlâ kılavuzları ile dolu. Üniversite mezunları ve hatta "bilimde uzman" sıfatını kazanmış yüksek lisans sahipleri bile, kavranması zihnî derinlik isteyen Türkçe bir metin karşısında" anlamıyoruz" mâzeretine sığınıp, sonra da mâzeretlerinin kabul edilmesini bekleyebiliyorlar.

Ve belki inanmayacaksınız ama bu ülkede Refik Halit Karay gibi sâde Türkçeyi şekerlendiren bir yazarın bile, hafif konularda kaleme aldığı gazete yazıları "sadeleştirilmek" yoluyla öğrencilerin eline tutuşturulabiliyor. İnanmayan, rahmetli Karay'ın "Bir İçim Su" başlıklı kitabının İnkılap ve Aka tarafından yayınlanan 1982 tarihli baskısına bakabilir; iç kapakta şöyle bir "şecaat" sergilenmiş: "Günümüz Türkçesine uyarlayan Ender Karay". Aynı soyadını taşıdığına göre "aileden" olmalı; dedesi bu işe rızâ gösterir miydi diye hiç düşünmemiş bile, kendi lisan zevkine göre XX. yüzyılda Türkçe'yi en rahat, en renkli, en temiz üslûpla kıvamlandıran bir yazarımızın eserindeki bazı kelimeleri "sansür" etmekten çekinmemiş; niçin çekinsin ki, "aferin" bile almıştır?

Vaziyet işte böyle. Bir üniversite öğrencisi için bile Atatürk'ün "Nutuk"unu aslından okuyup anlamak artık fiilen imkânsızdır ama yürürlükteki mantığa göre ilk ve orta öğretim çağındaki çocuklarımız, bakanlığın bile hararetle tavsiye ettiği "Ozmo" sâyesinde evvelâ "English"i çözerek dil nosyonu edinecekler ve ardından Türkçe'yi kendiliğinden halletmiş olacaklardır.

Nasreddin Hoca sağ olmalıydı ki...