Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hikaye çok malum ve meşhur: Okuma yazması olmayan, tahsil görmemiş bir Anadolulu hemşehrimiz hacca gitmiş. Dönüşünde konu komşu, akraba, tanıdık ziyaretine gelmişler; bir müddet sonra söz, "Neler gördün hacım hele anlat bakalım." faslına düşünce hacıemmi kendi gözlemlerine nazaran en mühim bulduğu hadiseyi anlatmaya başlamış:

-Mübarek yerde ezan Türkçe okunuyor, namaz Türkçe kılınıyor, Kur'an Türkçe okunuyor, hepsi pek iyi, pek hoş, bu hususta hiç yabancılık çekmedik. Lakin iş konuşmaya gelince adamlar (Araplar demek istiyor) sapıtıveriyorlar!

Türkçe ile Arapça arasındaki yakın ve samimi alakayı, bu hikayeden daha iyi anlatabilen bir örnek daha tasavvur edilemez. Tarih boyunca bütün Müslümanlar Arapçayı, Araplara dair bir milli kültür unsuru olarak değil, Kur'an'a dair ve ona ait bir özellik saymışlardır. Günün birinde Türkçeyi on asır önceki kelime kadrosundan hareketle yeniden inşa etmek, kısaca yabancı kelimelerden arındırmak gündeme gelince, teklif edilen yeni lisanın halka ne kadar tuhaf ve yabancı göründüğünü tahayyül ediniz. Devlet eli ve gücüyle lisanın kısa zamanda iki nesil arasındaki haberleşmeyi kesintiye uğratacak derecede "araştırılması" herhangi bir dil için bile daima feci bir netice vermeye mahkumdur; Türkçe, bu faciayı bütün tahribatı ile yaşamakla kalmadı; en az bu kadar feci bir başka sonuçla daha karşılaştık: Türkçe'nin Kur'an lisanıyla, daha doğrusu Kur'an kavramlarıyla ilgisi kesilmiş oldu.

Arapçaya dair bilgisi olmamakla birlikte eski Türkçeye aşina bir dikkat, Kur'an'ı okurken veya dinlerken Türkçe mantığıyla öğrenip mana verdiği pek çok kelime ve kavramı anında fark eder. Meseleye "ters açı"dan bakan bir gözlemci için bu misal, Türkçenin Arapça tarafından istilası olarak anlaşılabilir. Halbuki Kur'an'a cildinden kağıdına, harfinden manasına kadar fevkalade bir ihtiram göstermekle tanınmış olan Türkler için bu vakıa, Türkçenin Arapça tarafından istilası olarak değil, Türkçenin Kur'an tabirleriyle kaynaşması olarak değerlendirilmişti. Kur'ani lafizları Türkçede tasarruf etmek, gündelik hayatta konuşma diline geçirmek, o toplumun Kur'an'la samimiyetini ve muarefesini artıran, pekiştiren bir tesir uyandırıyordu. Nitekim dilde arılaşma cereyanı altında yetişen nesillerin Kur'an'a mesafesi, İngiliz, Fransız veya Latin lisanıyla kaleme alınmış herhangi bir metne karşı hissettikleri mesafeyle hemen hemen aynıdır.

Öztürkçe akımının şuurla veya gaflet eseri olarak önümüze koyduğu neticelerden en büyüğü, Türkçenin Kur'an'la samimiyet ve ilgisini kesmek olarak tecelli etmiş bulunuyor. Halbuki Türkçenin içinde yaşayan Kur'an tabirleri, sadece dini çağrışımlar uyandırmıyor; karşılığı asırlar boyunca değişmeden kalan ve herkesce malum olan bir mana koleksiyonuna da atıfta bulunuyordu. Kur'an kelimeleriyle birlikte biz, onun yerine ikame edilen yeni kelimelerin karşılıklarını da kaybettik; "olay" kelimesini iskambil jokeri gibi yerli yersiz her lafın arasına sokuşturmamız, lisanın mantığını elden kaçırdığımız için "olmak", "yapmak" gibi çok ihtiyatla kullanmak icap eden fiillerle yer yer ekalliyet Türkçesinden beter bir lisan zevksizliğine düşmemiz sebepsiz değil.

"Şahit" yerine "tanık" kelimesini kullanmakla kıyamet kopmuyor, "s-h-d" harflerinden türemiş onlarca isim ve fiilin bir hamlede yok olup gitmesi bir yana ama bir dünya yıkılıyor; "abd" kelimesini "kul"la, "ibadet"i tapınmakla karşılamak belki mümkün ama bu kelimelerin Kur'an ve İslam literatüründeki zengin çağrışımlarını nasıl telafi edebiliriz? Acımak fiili ile "rahmetmek" mana itibariyle asla denk olamaz. Kur'an'da geçen "vezn", bizim "ölçü"den çok farklı bir mana alanını ve tedaileri de kaplar. Eski Türkçe, "kul", "tanık", "ölçü", "tapınmak" kelimelerini de ihata eder, fakat eskiler bu kelimeleri çok farklı yerlerde kullanırlardı. Cümlede Kur'ani bir kavram geçtiği zaman onun karşılığı hakkında tereddüd edilmezdi. Kur'an'ın Türkçeye hediye ettiği veya Türkçenin Kur'an'la samimi ülfetinden hasıl olan bu mana beraberliği Türkçenin belkemiği idi. Ecdad on asır boyunca bu lisanı terennüm etti; onunla şiir yazdı, resmi kayıtları tuttu, ifade-i meram etti; rüyasında bu dille konuştu, aşkını ifade ihtiyacında bu dile sığındı ve bu dil henüz bu asrın başlarına kadar bir dünya lisanı idi; hem "beyn'el-İslam" bir düşünce alanı, hem "emperyal" haşmete sahip debdebe unsuru, hem mahalle arasında ana sütü gibi temiz ve berrak bir tınıyla seslendirilebilen bir halk hançeresi idi.

Biz lisanımızla birlikte "beyn'el-İslam" vizyonumuzu da reddettik; bugün vardığımız netice pek çokları için "yeterli" olabilir ama ben "tatminkar" bulmuyorum; çünkü arada "yeter" ile "tatmin" kelimelerinin arasındaki mesafe kadar bir uçurum var. En basit şekliyle farkı anlamak isteyen, bütün müştakleriyle "tatmin" kelimesinin Kur'an'da zikredildiği yerlere dikkat kesilir, kavramın mana itibariyle kapladiği evreni anlar ve ondan sonra "yeterli"nin yeterli olup olmadığı hususunda hüküm verir.

Doğrusu biz, Türkçenin içindeki "Kur'ani belkemiği" çıkararak "nefsimize zulmedenlerden" olmuşuzdur.