Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Türkiye'ye dinamit derecesinde tahrip edici bir azınlık tarifini kabul ettirmeye çalışanlar, ne yazık ki "şifâ olur" niyetiyle efendisinin ilâcını çalıp içen uşağın ahmaklık seviyesinde ayak diretiyorlar.

Eski zamanlarla 'modern'liği birbirinden ayıran hudut taşlarından birisi de insan hakları denilen kavramın ideolojik bir araç olarak yeniden tasarlanması ve üretilmesi olmuştu; bu intibâ, insan haklarının batı dünyası içinde farkedilmiş ve üretilmiş bir âhir zaman icadı gibi görünmesine yol açtı.

Meselâ Müslümanların Kur'an'daki bazı âyetlerden hareketle, bundan otuz-kırk sene önce bir "İslâmî sosyalizm" inşa etmeye kalkışmaları, Efendimiz'in vedâ hutbesinde insan haklarına dair şeylerden söz edildiğini farketmeleri, böyle bir yanılgının ürünüdür. Bundan yüzyıllarca önce tabii tarzda yeryüzüne çıkan petrolün ilâç niyetine kullanılırken, daha sonraları benzinli motorun icadıyla bir başka gözle (yakıt olarak) değerlendirilmesine benzer şekilde, kadîm bir olguda daha önce varlığı farkedilmeyen unsurların, nice sonra keşfini andıran bir durumla karşı karşıyayız.

İnsan hakları denilen küllî vâkıa ile bu vâkıanın ideolojik bir araç haline dönüştürülmesi birbirinden farklı şeylerdir. Batı dünyası insan haklarını, sadece insânî bir özden kaynaklandığı için üst değer olarak tanımadı; onu bünyevî ihtiyaçlarının zorlamasıyla sentetik üslûpta üretmek zorunda kaldı ve bu üretimini tamamiyle seküler kaynaklara atıfta bulunarak gerçekleştirdi. Modern zamanlarda sanki aynı şeymiş gibi görünmesine rağmen bu mânâsıyla batılı insan hakları ile İslâm'ın ortaya koyduğu kadim insan hakları manzûmesi birbirinden farklı şeylerdir. Bu incelik, moderniteye ve tabiatıyla laisizme imân ettiği için insan haklarını batılı kaynaklardan öğrenmiş "aydınlar" için algılanması neredeyse imkânsız bir zihnî kireçlenme mevzuudur.

Modern kılığı ile insan hakları edebiyatı, evrensel olduğu ileri sürülen yeni hukukun vazgeçilmez rüknü olarak globalleşmenin "domuz burnu" gibi fonksiyon icra ediyor. Yeryüzünde herhangi bir arz parçası global sisteme dâvet edilirken (veya zorla globalleştirilirken) insan hakları edebiyatı yırtıcı, parçalayıcı ve tahrip edici bir görev üstleniyor. Böyle bir arz üzerinde yaşayan sistem dışı bir topluma, "insan haklarının evrensel standartlarını kabul etmek uygulamak mecburiyetindesiniz" dayatmasında bulunmak, evvelemirde bu dayatmayı yapanlara psikolojik bir üstünlük bahşediyor; onlar bu değeri vaktiyle üretmiş, bütün insan toplulukları için şifâlı ve hayırlı bir "yenilik" olduğunu ilân etmiş üstün nitelikli bir toplumun üyeleri olarak henüz insan haklarından habersiz toplulukları, hâlen içinde bulundukları geri, aşağı ve kabul edilemez durumdan daha üst değerlere terfî etmeleri çağrısında bulunmak imtiyazını kullanıyorlar. Bu dâvete icabet etmemek artık bir hak olmaktan çıkarak insanlık suçu haline getiriliyor çünkü insan hakları edebiyatı, yeni zamanların tâbi olduğu laik ahlâkın ilk ve vazgeçilmez esası gibi takdim edilmektedir.

İşte bu yüzden Türkiye, dünya sistemi tarafından 1839'dan beri insan haklarına itaate davet edilmektedir ve aynı gerekçelerle Türkiye, 1839'dan bu tarafa düzensiz veya sistematik olarak insan haklarını ihlâl eden bir ülke görüntüsünden kurtulamadığı için batı dünyası karşısında mahçup, ezik ve geriliğinden ötürü özür üstüne özür dileyen bir hacâlete itiliyor. Psikolojik eziklik, 1839'dan beri sürgelen nesiller boyunca kopyalandığı için artık genetik bir özelliğe, tabiata ve nesiller arasında düşünülmeden tekrar edilen bir aşağılık kompleksine dönüştü. Bu buruk hikâyenin kırılma noktası, Türklerin kendilerine mahsus bir kainat tasavvurundan şüphe etmelerine tesadüf eder. Onlar artık yeryüzünde kendilerine ait referanslar aracılığı ile üretilmiş değerler sistemine güvenememektedirler. Oysa ki tarih, Türklerin vaktiyle böyle bir özelliğe sahip olduklarını göstermektedir; onlar insan, toplum, tarih, siyaset, din, hukuk, tabiat, hakikat, adalet, suç, ceza, eşitlik, üstünlük, hâsılı bir dünya görüşünün esaslarını teşkil eden her konu başlığında birbiriyle tutarlı bir cevaplar silsilesine sahip olmanın güven hissiyle varolmuşlardı. Bugünlerde, böyle bir geçmişe sahip olduğumuzu hatırlamak ve hatırlatmak bile, başka bir gezegenden gelmiş farklı bir yaratık gibi algılanmanıza sebep olabiliyor; dünya sisteminin âmentülerinden, laik filozoflar tarafından üretilmiş yeni dünya hukukunun esaslarından şüphe duymak kimin haddine?

Çıkmaz ayın son çarşambasında AB'ye üye olmamız için peşinen gözümüze sokularcasına dayatılan azınlık kavramının savunucuları işte bu bakış açısıyla değerlendirilmeli. Kendilerini toplumun diğer kesimlerinden farklı görenlerin AB hukukuna göre azınlık sayılmaları gerektiğini savunanlar, "evrensel" bir doğruyu, güneşin her sabah doğudan doğduğu mütârifesine inanan bir mantık sâfiyetiyle Türkiye'nin bir an evvel kılığını kıyafetini düzelterek AB normlarına itaat etmesini söylüyorlar; retoriklerindeki kararlılık ve özgüven hissi, yeni azınlık kavramının AB hukukunu inşâ eden çevrelerce üretilmiş olmasından ve dolayısıyla böyle bir tesbitte hatâ olamayacağı inancından kaynaklanıyor. Bu 'inanç'ın kaynağı safderunluktan kaynaklanan bir cehâlet olsa belki affedilebilir ama onlar saflık ve cehâletten öte globalleşmenin devşirilmiş uzantıları sıfatıyla Türkiye'nin zaten pamuk ipine bağlı denecek derecede gerginleştirilmiş ve zayıflatılmış beşeri dengelerini altüst etmek kararlılığı ile bu Truva atı haline getirilmiş kavramın kuytuluklarına sığınıyorlar. Bu aydın gürûhunun samimiyetinden şüphe duymakta haklıyız çünkü onlar, kendileriyle aynı fikirde olmayanlar kadar sosyal ilim birikimine sahipler; bilmedikleri için değil öyle olmasını istedikleri için, "kendilerini toplumun diğer kesimlerinden farklı görenlerin azınlık sayılması gerektiği" gibi yenilirse yoğurt, içilirse ayran kabilinden sübjektif bir kriteri sahipleniyorlar.

Her gelişmeden ürküntü duyarak her lâhzada "Türkiye bölünecek" diye vehme kapılan ve bu yüzden "yalancı çoban" mevkiine düşerek inandırıcılığını kaybedenlerden sayılmam ama AB üyeliği vaadiyle Türkiye'ye böyle bir azınlık tarifi kabul ettirilecek olursa, bundan sonraki muhtemel gelişme, Türkiye'nin bir bütün halinde AB üyeliği pâyesine erişemeden bölünmesi olur. Bu azınlık tarifi, aynı insan hakları gibi ilmi olmaktan ziyade ideolojik ve siyasi bir kapsama sahip bulunuyor; bu tarifin batıda üretilmiş olmasından başka doğru, güvenilir ve geçerli tarafı yoktur. Böyle bir kavramı anayasasına geçiren, mer'i hukukuna ilâve eden Türkiye, bölünme fermânını kendi eliyle imzalamış olur ve esasen böyle bir dayatma, Türkiye'de olduğu gibi aydınlarının serseme çevrilmiş bir "azınlığı" haricinde dünyanın hiçbir yerinde ciddiyetle karşılanmaz ve teklif sahiplerinin akli dengesinden şüphe edilir.

Türkiye'nin tek derdi, Hollanda'da, Belçika'da Norveç'te olduğu gibi kendilerini azınlık gibi hisseden homoseksüelleri, ateistleri, şeytana tapanları, uyuşturucunun serbest bırakılmasını isteyenleri ana kitle içinde hazmetmekten ibaret değil; Türkiye 80 senelik kısacık tarihi içinde hâlâ örsle çekiç arasında bir milli varlık teşkil edebilmek sancısından âzâde kalabilmiş değil. Türkiye'ye dinamit derecesinde tahrip edici bir azınlık tarifini kabul ettirmeye çalışanlar, ne yazık ki "şifâ olur" niyetiyle efendisinin ilâcını çalıp içen uşağın ahmaklık seviyesinde ayak diretiyorlar.