Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Filmin adı “Osmanlı Cumhuriyeti” miydi?

Gösterime girmesinden haftalar önce, filmin jeneriğinden birkaç sahne internete düşünce pek meraklanmış, izlediğim sahnelere bakarak bunun çok eğlenceli, fantastik ama aynı zamanda zihin kamçılayıcı bir sanat eseri olacağı ümidine kapılmıştım.

Heyhat!

Osmanlı Cumhuriyeti filmi, “Eğer Osmanlı hânedanı yıkılmayıp da saltanat ilga edilmeseydi, Türkiye bir Amerikan sömürgesi durumuna düşerdi” fikrinin geliştirilmiş hikâyesinden ibâret çıktı; işin tarih disiplinini ilgilendiren entelektüel boyutu üzerinde yeterince durulmamıştı. Film, sahici bir “eğer” kelimesinden yola çıkmadığı için, kısa döneme mahsus kalan bir gişe hâsılatı ile yetinmek zorunda kaldı ve zihnimizde bir “tarihî fantastik film” tadı bırakamadan ekranlardan silindi gitti. İnşallah fazla zaman geçmeden daha yenileri, daha iyileri çekilir.

Geçenlerde akıldânenin teki, “Padişah I. Tayyip Erdoğan” diye bir pankart açınca, “hah, biz de öyle diyorduk zaten; bunlar saltanat rejimi istiyorlar; fırsat bulunca Tayyip Erdoğan’ı da padişah ilan edecekler” diye ikirciklenen safdil bir zümreye gün doğdu. Ben pek takib edemedim, konu ile ilgili hayli köşe yazısı kaleme alınmış, yazılıp çizilmiş.

Öte yandan, “yahu bunlar ilkini tutturamadılar ama ikinci kapatma davası için bahane arıyorlar; şimdi ister misiniz, seçimlerden sonra ikinci bir parti kapatma davası açılsın, dosyanın kapağına da bu pankartın fotoğrafı konulmuş olsun” diye ikirciklenenler oldu.

Görüyorsunuz ki paranoya tek taraflı değil; siyaset şirâzesinden çıkınca mâkul düşünce kayboluyor; kimse çıkıp, “yok daha neler, nelerle uğraşıyoruz biz?” demiyor, diyemiyor.

Delinin birinin attığı taşı, kuyudan kırk akıllı çıkaramıyor anlayacağınız!


Galiba bu biraz “Cumhuriyetimiz”in niteliği ile ilgili bir mesele; yakın tarihin gazetelerini şöyle bir tarayınca dikkate değer bir olguyla karşılaşacaksınız; tamamımız katılmıyor olsak bile bu ülkede haylice insan, Türk toplumunun fırsat bulduğu ilk demde cumhuriyete boşverip, saltanata hatta hilâfete kesin dönüş yapacağımıza dair vehimler içindedir.

Öyle midir; biz Türkler, “başımızda ille de bir hanedan mensubu padişah bulunsun” diye fırsat kollayacak derecede monarşiye âşık bir topluluk muyuz?


Cumhuriyet dört sene sonra 90 yaşına basacak; bu seksen küsur senede pek çoğumuz yönetimden duyduğu sıkıntıyı şu veya bu şekilde dile getirdi fakat içlerinden bir ferd-i vâhid çıkıp, “Cumhuriyet rejimi yanlış yol; bu rejimle sıkıntılarımızı çözemiyoruz. Yönetimde halkın oyuna başvurmak da neyin nesi; bize şöyle nesli temiz, eli kalem ve kılıç tutar, nefesi kuvvetli bir padişah lâzım” demedi, demiyor.

Türkler, sıkıntılarını cumhuriyetin çerçevesi içinde çözmek için çabalıyor; zira en azından biliyor ve fark ediyorlar ki cumhuriyet, zannedildiği gibi işleri kolaylaştırıcı veya zorlayıcı bir rejimin adı değil, sadece bir çerçevedir.

Bu çerçevenin mânâsı, yönetilenlerin yönetimde pay sahibi olması gibi genel bir fikirden ibarettir; pratikte ise bu mânâ padişahlık, monarşi, saltanat gibi bir kişiye veya onun sülalesine bağlı rejimlerden yana olmamak demektir. Dünyadaki örneklerine bakarak pekâlâ söyleyebiliriz ki cumhuriyetin teşkil ettiği çerçevenin içine çok çeşitli idare tarzı konulabilmektedir; öyle çok idare tarzı ki, bu durumda cumhuriyet kavramının belirgin bir mânâ ifade etmekten uzak kaldığını söyleyebiliriz; örnek verelim: İran’daki beğenmediğimiz molla rejiminin adı da cumhuriyet, yakın zamanlara kadar ırk ayrımı politikası (aparthaid) üzerinde ısrar eden Güney Afrika Cumhuriyeti de... Dünya üzerinde sayısı iki yüzü geçen ülkelerin neredeyse % 90’ı cumhuriyeti benimsemiş bulunuyor ama bu ülkeler arasında antidemokratik tarzı benimseyen rejimler de var.

Cumhuriyet bir çerçeve; güzel fikir ve niyetle çatılmış bir çerçeve; bu çerçevenin içinde Fransa, Almanya, İtalya da var, Kuzey Kore de... Öyleyse cumhuriyetle yetinmeyip, onu daha güzel (ve tabii daha demokratik) esaslarla pekiştirmek gerekiyor.

Kaldı ki, başta İngiltere olmak üzere Hollanda, Norveç, Danimarka, Belçika, hatta İspanya gibi hayli Batı Avrupa ülkesinde bizim bildiğimiz cumhuriyet yok ama demokrasi var, üstelik uzaktan baktıkça “ah bizde de olsa” dedirten, yüksek standartlı demokrasiler bunlar.

Oralarda pek çok insan, “nedir yahu bu komiklik; hangi devirde yaşıyoruz, nedir bu kraliyet, monarşi filan gibi ortaçağ gelenekleri” diye rejimi eleştiriyor ama monarşiden memnun olanlar olmayanlardan daha fazla olmalı ki bu ülkelerde rejim, gündelik tartışma konuları arasına girmiyor. Evet, bu ülkeler monarşi ile, daha doğrusu meşruti monarşi ile yönetiliyorlar ve aynı zamanda yüksek demokratik standartları kuruyor, gözetiyor ve kolluyorlar. Pek çoğu AB üyesi olan bu ülkelerden hiçbirine AB komisyonları, “Cumhuriyet kurun da öyle gelin” demedi ama demokratik düzenleme ve kurumlarda ârıza olunca hemen pürdikkat kesilerek kınama yarışına giriveriyorlar.

Uzatıyoruz; bunlar elbette bilinen, defalarca tekrar edilmiş şeyler. Bizim asıl dikkat kesilmemiz gereken konu cumhuriyete bayramdan bayrama lâf ile, nutuk ile sahip çıkmak değil, cumhuriyet sepetinin içini demokratik güzelliklerle doldurup süslemektir. Her sabah “Cumhuriyet tehlikede, farkında değil misiniz ey ahali” diye yaygara koparanların aslında tek parti rejimini özlediklerini artık herkes biliyor ve gülüyor.

İşin can alıcı noktası şu:

Türkiye’de kimsenin cumhuriyetle, padişahlıkla uğraştığı; bunlara aldırış ettiği de yoktur fakat Türkiye’de çok büyük bir çoğunluğu teşkil eden insanın yüksek demokratik standartları talep ettiği gün gibi açıktır.

Türkler, son kırk yıl içinde köylerden şehirlere doğru akın ederek (ki, varsayılan Orta Asya göçünden sonra en manidar ve önemli ikinci Türk göçüdür bu!) şehirli nüfus hâline geldiler; dünyayı gördü ve öğrendiler; eğitim kalitelerini giderek yükselttiler ve yükseltiyorlar; üretmeyi, tüketmeyi, haberleşmeyi öğrendiler; demokrasi diye bir nimetin farkına vardılar. Böyle yüksek hareketlilik gösteren bir kitleyi artık sloganlarla, parolalarla yatıştırıp ikna etmek mümkün değildir çünkü onlar dışımızdaki dünyada iyi, güzel ve doğru namına ne varsa onu istiyorlar. Bu safhaya gelmekte elbette “cumhuriyet”in de bir payı vardır fakat bu pay, bizim döne döne “cumhuriyet” etrafında fikir tartışması yapmamızı gerektirmez.

Türk halkı bu vakitten sonra ne bir padişah veya halifenin, ne bir diktatörün ve ne de bir kendine demokrat süsü veren müstebidin ağız kokusunu çeker. Türkler, demokrasinin, çoğulculuğun, hürriyetin, açık toplumun, üretmenin ve insan gibi yaşamanın ne olduğunu öğrendi ve kazandıklarından geriye adım atmayacaktır.