Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Biz, "Yurttan Sesler" kuşağıyız bir bakıma; rahmetli Muzaffer Sarısözen'in kendi sesiyle takdim ettiği bu program,

"Türkiye'de Türkü'nün Tarihi"nde en önemli dönüm noktalarından birini temsil ediyor. Muzaffer Sarısözen, "türkü" üzerine eğilmiş ilk ilmî dikkatin ismidir. Ankara Radyosu'nda çalıştığı yıllarda şahsî gayretiyle yürüttüğü o unutulmaz mesaisi ile kâh katır sırtına yüklediği iptidai ses kayıt cihazlarıyla dere—bayır dolaşarak, kâh stüdyo ve arşivde yorucu saatler tüketerek adını "türkü" ile yanyana yazdırmayı hakkıyla başarmıştı. O güne kadar toplumun pek de adam yerine koymadığı mahallî sanatkârlar ve âşıklar, ilk defa Muzaffer Bey'in ilmî dikkatine muhatap oldu. Derlemelerini "Yurttan Sesler" topluluğu ile Ankara Radyosu'ndan yurt sathına yayarak bir "halk muallimi" unvanına da hak kazandı. Yattığı yer nûr, mekânı cennet olsun; bugün "türkü"den ekmek yiyen herkesin rızkında Muzaffer Bey'in de emeği vardır.

Ne var ki bugün, "türkü" deyince hop oturup hop kalkan, kaset biriktiren, türkü ezberleyen, bağlama tıngırdatmaya heves eden yeni nesle bir "Yurttan Sesler" programını baştan sona dinletmeğe kalkışırsanız, daha yarıya gelmeden protestoya uğramanız muhakkaktır. Çünkü "Yurttan Sesler", halk musikisi icrâsında ilk defa standart bir üslûp arayışının ismiydi ve Muzaffer Bey'in icrâ tarzı, parlaklık endişesinden çok, mevcudu muhafaza ve ta'lime yönelikti. "Yurttan Sesler" devrinden beri pek çok şey değişti: Türk sanatkârları saz imâlâtında eskiyle mukayese edilmez bir kalite çizgisine eriştiler; vasat icrâ kalitesiyle "eh, idare eder işte" notuyla istihdam edilen ve devlet bütçesinden maaşa bağlanan ilk ses sanatkârları kuşağı çoktan emekli oldu; mûsikimizde artık bir "serbest pazar" vâkıası belirdi; ses kayıt ve işlem teknolojisi parmak ısırtacak gelişmeler gösterdi. Uzun lâfın kısası "Yurttan Sesler"in icrâ biçimi, bugünle kıyaslanmayacak derecede pörsük ve renksizdi ama muhteşem bir repertuar zenginliğine sahipti. Mübalağa ettiğim zannedilmemelidir, "Yurttan Sesler" devrine erişmiş iyi bir radyo dinleyicisinin kulağında en az ikibin türkünün âhengi saklı durmaktadır.

Bugünlerde türküyle yatıp türküyle uyanan büyük oğlum Talât, Erkan Oğur'un yeni albümündeki türküleri gözden geçirirken, "Zeynebim türküsünü biliyor musun baba?" diye sorunca aklım başıma geldi. Albümün kapağına ilk bakışta en az üçte ikisini melodisiyle mırıldanabildiğimi görünce çocuk şaştı kaldı; işin garibi, ben de oğlumun şaşırmasını garipsedim; "Zeynebim" türküsü neydi ki bilmeyecektim; benim akranlarımın hepsi en azından bunun gibi yüzlerce türkü bulundururdu hâfızasında. Talât'a dedim ki, "Sizin nesil bizim repertuarımızla boy ölçüşemez; biz radyo dinleyerek büyüdük ve sadece radyo dinledik."

Bu münderecât zenginliğimiz sadece türküyle mukayyed değildir; bir o kadar da şarkı vardır hâfızamızda; sıradan, "memur işi" solistler tarafından seslendirilmiş, "bitse de gitsek" keyifsizliği ile homurdanan saz üstadları tarafından icrâ edilmiş olsalar da radyo, bizim neslin en hayırhah muallimlerinden biri olmuştur. Sâdullah Ağa'dan Şekip Ayhan Özışık'a, Nikoğos Ağa'dan Selahattin İçli'ye kadar yüzlerce bestekâr, onlarca makam, binlerce eser, en azından bir isim âşinalığı olarak zihin dünyamızı zenginleştiren renkleri teşkil edebildiyse, bu himmeti radyoya borçlu olduğumuzu ifade etmeliyiz.

Bu şükran hissini akılda tutarak söylenmesi gereken başka şeyler de var: Radyo idarecileri her nedense, o günlerde radyo dışında ufak, tefek gayretlerle kendini isbâta çabalayan "piyasa" değerlerini küçümserler ve bu tâbiri "olmaması gereken"i işaret kasdıyla kullanırlardı; pörsük, renksiz ve yasak savar kabilinden yapılan icrâlarla yürütülen müzik yayını, neticede kendi alternatifini ortaya çıkardı. "Piyasa", her haliyle rekabetten âciz olduğu "radyo" fenomenine karşı işe en kötüden başladı. Radyo'nun sert kuralları ve müsamahasız tutumu piyasa için iyi bir öğretmen oldu. İşe en kötüden başladıkları için gitgide daha iyisini yaptılar ve günün birinde "piyasa", mûsikide devlet tekelinin asla erişemeyeceği bir kalite seviyesine erişti. İşte bugün bu noktada bulunuyoruz; Türkiye'de hâlâ "TRT Postaları"nın yayın tekeline sahip olması fikrine —bir an için olsun— katlanabilir miyiz?

Türkiye'de bir fırtına gibi esen yeni "türkü rüzgârı", etkisini biraz da yukarda özetlediğim hikâyeye borçludur. Elbette farkındasınız; Türkiye'de güzel şeyler de oluyor; olanca dikkatimizi siyâsete mıhlayıp içimizi daraltmanın mânâsı yok; yukardaki siyâsî çatlak, toplum zemininde hiç akla gelmeyen bir merhemle kapanıveriyor; türkü, bu memlekette sağcıyla solcunun, Müslümanla ateistin, burjuvayla köylünün, işçiyle patronun belki de yegâne ve tartışmasız müştereğini temsil ediyor; "yerli" olmanın ilk elde akla gelen en esaslı unsuru "türkü".

Yolu bir kere olsun türküyle buluşanlar, aslında "Türk" kelimesinin aslî mânâsı ile temâsa geçiyorlar; Türklük bizim için bugüne kadar hiçbir zaman bir kan grubunun, bir asâlet iddiasının, bir "üstün unsur" böbürlenmesinin veya "birinci sınıf vatandaşlık" vehminin has ismi olmadı. "Türk" öyle bir sıfat ki, yolu şöyle veya böyle herhangi bir türkünün içinden geçen herkesi çatısı altına alıveriyor; bize duygu ve idrakte nasıl da aynı damara bağlı bulunduğumuzu hatırlatıyor; "biz" şuuru ile "toprak" arasındaki derin ilişkileri şerhediyor. Biz Türkleri, şu dâr—ı dünyada bir arada olmaya mahkûm eden asgarî zemini târif ediyor; Tuncelili Alevî Kürd ile Balıkesirli Boşnak Nakşibendî'yi aynı gönül frekansında birlikte titreştiren bir kimyâ bu. Son devrin vebâsı mikro milliyetçilik virüsünü, etnik kabadayılıkları, mezhep taassubunu, siyasî içtihad ayrılıklarını bir hamlede önemsizleştirerek bunların fevkinde bir beraberlik nüktesi kurabilen başka neyimiz var türkülerden başka?

Bir türkünün seylâbına kapılıp giden herkes bizdendir; biz de onlardanız!

"Türküz türkü çağırırız" demiyor muydu Veysel?