Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Merhum Nejat Muallimoğlu'nun eserleri arasında "Politikada Nükte" ayrı bir yer tutar ve bu eser, konusunda hâlâ tek olma özelliğini koruyor. Bu kitapta okuduğum bir fıkrayı nakletmenin tam yeridir: İngiltere'de hâkimlerden biri, bir gün evinin kütüphanesinin üst raflarındaki bir kitabı almak için kitaplık merdivenine tırmanır ve tam üst basamakta iken dengesini kaybedip düşmeye başlayınca can havliyle tutunduğu hukuk külliyatına dair kitaplar üstüne dökülür. Düştüğü yerde bir müddet toparlanmaya çalışan hâkim, "bunu hak etmiştim" diye mırıldanır. "Senelerce kanunları çiğnedim; şimdi de onlar beni çiğniyor!"

Elli seneden beri Atatürkçülüğü en kötü ve en ucuz tarzda sömürmenin cezasını bundan sonra çekeceğiz galiba. Oysaki Atatürk'ün, kurucusu olduğu Türkiye'nin varlık sebebine ve duruş tarzına dair söyledikleri, Atatürk fikriyatının en mânidar özünü teşkil ediyor. 1919 baharı ile 1922 sonbaharı arasında bu ülke, adını "Millî" sıfatıyla nitelediği bir askerî mücadele verdi. Her ne kadar tenkide müstahak ise de Lozan barış görüşmeleri neticesinde Türkiye, "bağımsız" bir devlet olarak tanındı. Gâzi, bu devleti ve toplumunu, "muasır medeniyetler" seviyesine eriştirmek için bir dizi inkılâp gerçekleştirdi. Onun için muasır medeniyet, birkaç yıl önce Türkiye'yi fiilen işgal eden orduları güçlü kılan, sosyal, iktisadi ve kültürel teçhizata sahip olmaktı, onların "siyasi cüzü" olmak değil. Batı dünyası ile çok samimi tarzda eklemlenerek muasır medeniyete katılmak fikrinin, Avrupa Birliği ile ortaya çıktığı zannedilmemelidir; Mütareke devrinin kalburüstü aydınları "Mandat" meselesini işgal İstanbulu'nda enine boyuna tartışmışlar ve fikirlerini Sivas Kongresi'nde de savunmuşlardı. Benim için Mustafa Kemal Paşa'nın tarih sahnesinde parıldadığı an, bu kongrede manda taraftarlarına karşı tam bir iman ile "Manda ve himaye kabul edilemez" fikrini savunduğu ve istiklâl fikrini kuvvetli bir iman halinde etrafındakilere telkin ettiği dakikalardır. Milli Mücadele'ye "İstiklal harbi" denildiği de vakidir; teknik açıdan bu tabir yersizdir çünkü biz istiklâlimizi işgalci Yunan veya Fransız birliklerini def ederek kazanmış değiliz; biz hep müstakildik zaten; eğer varsa bu tabirin en haklı tarafı, zihnî, askerî, mâlî ve psikolojik bakımdan çöküntüye uğramış devlet seçkinlerine "istiklâl" fikrinin yeniden hatırlatılmasındadır.

Bitmedi, Gâzi Paşa'nın Milli Mücadele'yi yürütmek için kurduğu devlet cihazı, esasen Büyük Millet Meclisi'nin ta kendisidir. Olağanüstü şartlar sebebiyle yürütme, yasama ve yargı güçlerini uhdesinde toplayan bu mübârek Meclis, kendi içinden gerektiğinde mahkemeye hâkim, askerî birliğe kumandan, isyancı mıntıkalara nasihatçi, bürokrasiye bakan veya müsteşar gönderecek derecede devletin kendisi ile özdeşleşmişti. O dönemde ordunun adı TBMM Ordusu'dur zaten, hükümetin adı da TBMM Hükümeti ve bu Meclis'in duvarında tâlik levha ile şu vecize asılmıştır: "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir"; Meclis'in ana vazifesi ise millî irâdeyi âmil kılmaktır.

"Atatürkçülük AB fikri ile bağdaşır mı, rahmetli sağ olsaydı bu işe ne derdi?" sualine net cevap bulamayışımızın sebebi Atatürk'ü ve ondan müştak Atatürkçülük fikrini külliyen tüketmiş ve çürütmüş olmamızdır. Bugünün yetişkinleri Milli Mücadele'nin dilini bile anlamıyorlar; rûhuna nasıl dokunabileceklerdir? Öztürkçeleştirilmiş metinden "Söylev"in ilk beş-on sayfasını okumakla bu işler olmaz, olmuyor. Atatürk'ü, dalkavuklarının gayretiyle insanüstü bir çehre gibi çizmeye başladığımız andan beridir onun siyasi duruşu ve problem çözme kabiliyetini klonlamanın imkânı kalmamıştır.

Tarihçiler ihtimâl hesaplarını kurcalamayı hafiflik sayarlar ama yeri geldi, ben de fikrimi söyleyim; AB meselesi, Atatürk'ün sağlığında gündeme gelseydi, AB taraftarları "Üç Ali"lerden en azından birinin kim olduğunu iyi öğrenirlerdi gibime geliyor!