Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Çocukluğumda "deniz görmüş" arkadaşlar, sokak arası-oyun ertesi sohbetlerinde diğerlerinden neredeyse boy farkıyla ayrılırdı; deniz görmek bir nevi imtiyazdı. İç turizmin ne olduğunu okulda gördüğümüz derslerden bilirdik ama çoğumuzun memleket görgüsü, etrafımızı saran engin dağlarla sınırlı kalırdı.

Denizi evvela delikanlı çağlarımda gördüm; sonraki her karşılaşmamda etrafındaki insanların nasıl olup da denizle ilgisiz bir hayat yaşamayı başardıklarını hep merak ettim. Askerliğimi yaptığım Tatvanlılar hemen iki adım ötesinde yaşadıkları Van Gölü'ne "deniz" diyorlardı ve "deniz" ile hiç ilgileri yok gibiydi. Anadolu'nun öteki ucundan gelen yorgun tren katarlarını Van'a geçirmek için vaktiyle kurulmuş feribot iskelesi olmasa, koca Van Gölü Tatvanlılar için sanki orada hiç yokmuş gibi, sırtlarını dönüp unuttukları bir tabiat ârızası hükmündeydi. Günün birinde askerî kışla kıyısında istihkam bölüğünden arkadaşların suya indirdikleri askerî botla birkaç kilometrelik ufak bir tur zevki dışında "deniz" ile biz de irtibat kuramadık. Göl kıyısındaki kışlada yaşayan binlerce askerin 'deniz'e girmesi yasaktı ve bu yasağın çok gerilerinde birkaç üzücü kaza hadisesi bulunuyor olsa gerekti. Buna rağmen sıcak bir temmuz günü öğle sıcağında, "tekmil batarya" efradını içtimada toplayıp, "beş dakika içinde herkes havlusu ve mayosu ile burada hazır bulunsun; marş marş!" komutu verdiğimizde askerlerin sevincini görmeliydiniz. Bataryanın genç teğmeni ile üç-beş aylık asteğmeninin kafa kafaya verip cür'et ettikleri bu fikir hiç de akıllıca değildi. Kendimizce bazı tedbirler almayı ihmâl etmemiştik: Yüzme bilenleri plaj dubası gibi sahilin üç beş metre açığında bekletip yüzme acemilerinin emniyetini kabaca temin ettikten sonra nasıl çocuklar gibi "çimmiş", gölün sodalı suları midemize kaçınca, nasıl da ağu yutmuş gibi kötü olmuştuk!

Denize, sahile, göle, hatta ırmağa karşı bu ısrarlı ilgisizliğe başka yerlerde de tesadüf ettim. Ekmeğini denizden çıkaran balıkçı esnafı hariç, büyük sular sanki yasak bölgelerdi; siz bilemediniz sahile iskele benzeri bir çıkıntı uzatılıp üzerine çayhane, lokanta benzeri dükkanlar kondurmak geçiyordu aklımızdan. Denize açılmak, denizi tanımak, onu gündelik hayatın bir parçası haline getirmek fikri yoktu; hâlâ yoktur. Belki de bu yüzdendir, Türklerin amfibik (hem suda hem karada) hayat tarzını öteden beri sevmediğine, beceremediğine dair bir genel hüküm sürüp gider.

Tarihini hatırlamıyorum, onbeş gün kadar önce Zaman'da okuduğum bir haber, zihnimi rüzgâra kapılmış gazel yaprağı gibi alıp uzaklara sürükledi. Kupürü hemen kesip sakladım; Emre Soncan'ın yaptığı bu haberin başlığı "Deniz fenerleri kiraya verilecek" cümlesinden ibaretti.

İnsanların neredeyse % 99'u deniz fenerlerini severler ama bir deniz fenerinde yaşamayı akıllarından bile geçirmez, dayanılmaz bulurlar. Buna mukabil deniz fenerleri ta çocukluk demlerinden beri hayalhanemi kamçılayan ve kendine cezbeden bir tesir uyandırırdı bende. Gördüğüm her deniz feneri resmini hayran hayran seyrederdim (hâlâ öyleyim). Ressamlar belki de bu yüzden çabucak satılmasını istedikleri resimlerin bir kenarında gün batımını parlak ışıldaklarıyla selamlayan bir deniz feneri iliştirmeyi pek severler. Deniz fenerleri, bizim gibiler için toplu hayatın müntehâsı (uç noktası) sayılır; onu sadece uzaktan seyretmeyi severiz.

Asla mümkün olamayacağını bile bile, deniz fenerlerinin kiraya verileceği haberini imrenerek, biraz da hasetle okudum. Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü (bu genel müdürlüğün adını ilk defa duyuyorum; bu bile denizle ne kadar ilgili ve barışık yaşadığımızın göstergesi olsa gerektir!) geçen yıl deniz fenerlerinden bazılarını kiraya vererek 224 bin YTL gelir sağlamış; bu sene âtıl durumdaki 50 fener daha özel sektöre kiralanıp 1 milyon YTL gelir elde edilecekmiş. Genel Müdür Kaptan Salih Orakcı, amaçlarının hem halkı denizle buluşturmak hem de bu alanları özel sektöre vererek turizmi geliştirmek olduğunu belirterek, "Bu uygulama sayesinde fenerlerin bakım masraflarından da kurtulmuş olacağız" diyormuş.

Hayallerimin yıkıldığını ayrıca belirtmeye gerek var mı? Bütün ömrünce bir deniz fenerine sığınıp koca bir kış mevsimini peksimet ve çayla kifâf-ı nefs ederek, kitaplarla, kağıtlarla, kalemlerle, boyalarla ve hırçın denizle başbaşa geçirmeyi düşünen orta halli hayalperestler için böyle ihâlelerin kıyısına yaklaşmak bile mümkün olmaz. Habere devam ediyoruz: "Özel sektörün, bu alanları turizm amaçlı kullanabileceğini dile getiren Kaptan Orakcı, buralarda restoran işletmeciliği yapanların olduğunu, ihaleleri açık artırma yoluyla yapacaklarını ve böylece şaibelerin de önüne geçmeyi amaçladıklarını" ifade etmiş.

Demek ki kiralama işi sadece turizm şirketlerini kapsayacaktır; deniz feneri hayalperestlerinin ise yine her zaman yaptıkları gibi bir yağlıboya tablo veya fotoğrafı seyretmekle yetinecekleri anlaşılıyor.

Ehven fiyatlarla isteyen orta gelirlilere deniz feneri kiralanacak olsa kaç kişi talib olur, ayrı meseledir; belki hiç müşterisi bile çıkmaz ama fikir kâğıt üzerinde fevkalade görünüyor; en azından benim için.

Başta da belirttik, doğulusu, batılısı, hatta Akdenizli ve Karadenizlileri ile biz Türkler ayağımızın sağlam bir zemine basmasını tercih eden bir topluluğuz ve bu hiç de hoş bir meziyet değildir. Yeni nesiller ise denizin tek mevsimini bilir ve özlerler; ille yaz olacak, ille çarşaf gibi sakin ve yufka bir sahilin kenarında turistik bir tesisde yer ayırtılacak, ardından açık büfe vesaire. Plajda geçirilecek birkaç saatin ardından kuytu gölgeliklere çekilip...

O zaman vaktiyle rahmetli Ömer Bedrettin Uşaklı'nın nasıl olup da "Deniz Hasreti" isimli o çok güzel şiiri yazabildiğini merak etmekte haklıyız demektir:

"Nasıl yaşayacağım ey deniz senden uzak/ Yanıp sönüyor gözlerimde fenerin/ Uyuyor mu limanda her gece sallanarak/ Altından çivilerle çakılmış gemilerin? (...) Bir gün nehirler gibi çağlayarak derinden/ Dağlardan, ormanlardan sana akacak mıyım?/ Ey deniz, şöyle bir gün sana bakacak mıyım/ Elma bahçelerinden, fındık bahçelerinden?"


Anadolu, üç denizin ortasına doğru uzatılmış bir iskele değil midir bizim için; kenarında doğru dürüst bir sandal bile yüzdüremediğimiz koca bir iskele?

AKLINIZDA BULUNSUN: "KOBRALAR ÜZERİMİZE GELİNCE AKLIMIZI KAÇIRIYORDUK"

Araştırmacı yazar Tuncer Günay, bir zamanların ünlü PKK'lı teröristi Şemdin Sakık'la mektup aracılığı ile dostâne bir temas kurarak geçen yıl "Şemdin Sakık'tan Mektuplar" isimli bir kitap yayımlamıştı. Şimdi Tuncer Günay'ın hemen hemen aynı konudaki bir başka araştırması daha yayımlanmış bulunuyor: "Şemdin Sakık Anlatıyor". Kitabın alt başlığı ise ilginç: "Kobralar üzerimize gelince aklımızı kaçırıyorduk."

Adından da anlaşılacağı gibi bu kitap, Sakık'ın şahsında, PKK terörünün öteki yüzünü birinci ağızdan anlatıyor. Bir anlamda plağın tersini dinlemek isteyenler için iyi bir kaynak sayılan bu eser Doğan Kitap tarafından yayımlandı.