Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Küçük hadiseler bunlar; küçük ama başka hadiseler silsilesinin önüne konulduğunda çok başka anlamlar kazanıyorlar.

Vali, deprem bölgesinde dert dinlemeye çıkmış (vazifesi), bir genç kız, henüz mahiyetini tam anlayamadığımız bir talebini dile getirmeye çalışıyor (normal); genç kız terbiyeli bir üslup kullanıyor (önemli): "Siz bizim nerede, hangi şartlar altında yattığımızı biliyor musunuz sayın valim?" diye soruyor (gayet tabii). Vali cevaben, "Sen benim nerede yattığımı biliyor musun?" cevabını veriyor (bu yanlış; yöneticinin vazifesi "kontr-sızlanma" olmamalı). Kız belki de kinaye ile, "Biz sizin nerede yattığınızı biliyoruz" diyor ve vali kontrolünü kaybediyor: "Nereden biliyorsun bakalım?" Ardından sertleşiyor, "alın bunu" (Kim, kimi, nereye alıyor?) öfkesi yatışmamış olmalı, "terörist" diyor genç kıza, sonra etrafındakilere hitap ediyor, "bunlara uymayın!"

Bilahire öğreniyoruz ki vali bey, makam jipinde yatıyormuş; acaba güvenlik gerekçesiyle, nerede yattığının bilinmesinden huzursuzluk duyduğu için mi celalleniverdi diye düşündük bir an. Belki de, "Ben de sizlerle aynı şartlara tabiyim; bozgunculuk etmenin ne alemi var?" diye geçti içinden; sinirini yenemedi, tabii bir alışkanlıkla "alın bunu" diye emretti yanındaki emniyet görevlilerine.

Deprem bölgesinde yöneticilik yapmak kolay değil; hemen bütün depremzedelerde bir çöküntü psikolojisi seziliyor; sair zamanda dile getirilmeyecek talepler yüksek sesle şikayet konusu edilebiliyor. Anlamak lazım, müthiş bir çöküntü bu. Bir yöneticinin bu gibi hallere psikolojik açıdan hazırlıklı olması gerek; dert dinlemek de göreviniz, dertleri çözüme kavuşturmak da. Yönetici, deprem bölgesinde sızlanmaya hakkı olmayan belki de yegane hizmet erbabı.

O genç kızın birkaç saat nezarette kalması hiç önemli değil. Burada asıl dikkat kesilmek gereken husus, İçişleri Bakanlığı'nın vali atamalarında ölçü kabul ettiği temel kıstaslar. Vukuatsız illerin valilerini sıradan bir gündeki sıradan davranışları ile hatırlamaya çalışınız; hepsinde devleti temsil etmenin telkin ettiği bir zoraki tutukluk var. İncelik de burada zaten, valiler halkın değil, devletin temsilcisi olarak görev yapıyorlar illerde. Halk valinin "Huzur"una çıkarken kola-kravat takıyor, ceketinin önünü ilikliyor, ifadesine dikkat çekiyor; çünkü devletin valisini, kendisine kamu hizmeti servis etmesi gereken bir üst seviye görevlisi olarak değil, idare eden, emreden, merkezi otorite adına buyurgan davranan, inayet eden bir "üst" olarak görüyor. İşte İçişleri Bakanlığı'nın vali atamalarında kıstas kabul ettiği gayriresmi imaj da bu: "Oraya öyle bir adam göndermeliyim ki devletin mehabetini aksettirsin, kamunun itibarını yükseltin ve dizginleri elden kaçırmasın!" Bu mantığa göre endişelerin idare ettiği bir valinin, bir buhran anında canını sıkan, üst perdeden konuşan, itiraza yeltenen bir vatandaşı "alın bunu" diyerek itab etmesinde aslında şaşılacak bir şey yok.

Valiler birer kamu ajanı; elbette prestij ve güç sahibi olacaklar; ama sahip oldukları itibar ve otoriteyi her kamu ajanı, işini layıkıyla yerine getirerek her defasında şahsen yeniden inşa etmek zorunda; önceki valinin sağladığı itibarı tevarüs etmek işin en kolayı. Mehabet, resmi otorite sembollerini (makam aracı, korumalar, özel polis, bürokratik hiyerarşi gelenekleri vb.) itinasız bir hırçınlıkla tasarruf ederek de tesis olunabilir; ama bu tarz mehabet tesisinin artık eskidiğini görmek gerekir. Otorite sembollerine sığınmadan maharet, çabukluk, sıcaklık gibi niteliklerin refaketinde sunulan kamu hizmeti, kendi başına zaten yeteri kadar mehabet telkin eder. Aslolan, devletin itibarını buyurgan ve inayetkar bir üslupla değil, paylaşıcı ve hizmetkar bir yönetim anlayışı ile sağlayabilmektir.

O genç kızı işaret ederek "alın bunu" diyen vali, aslında kendisini o makama atayan yönetim geleneği doğrultusunda tabii ve doğru olanı yapmıştı; yanlış olan işte o anlayış, vali değil. Tanzimat devrinin sivil paşalarını örnek alan bu yönetim üslubu çoktan tarihe karışmış olmalıydı.