Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Her kurum, daha önce kaleme alınmış bir temel metinle ve bu metnin şekillendirdiği görev ve yetkilerin târifi ile vücut bulur; kurumların devamlılığı nüktesinden hareketle kurum içinde görevli bir yetkili kendi görevini tarif ve sınırlarını belirleme hakkına sahip değildir.

İlk bakışta son derece teorik ve muğlak gibi görünen bu ifadeler, Ordu'nun da bir kurum olduğu göz önünde tutularak okunduğunda bambaşka bir netlik ve boyut kazanıyor. Yüksek rütbeli askerlerin saded harici açıklamaları, bizde genellikle daha önceden belirlenmiş görev ve yetkileri yeniden târif iddiası taşıdığı için kamuoyunda yankılanmalara sebep oluyor ve tartışılıyor. 1. Ordu komutanlığından emekli olan Orgeneral Çetin Doğan'ın "Galiçya ve Yemen'de Türk askerinin niçin kan döktüğünü" sorgulayan sözleri, işte bu teorik çerçevenin dışında kaldığı için yadırgandı; aynı açıklamayı bir sosyal ilimci, bir gazeteci, hatta bir politikacı yapmış olsaydı, şüphesiz bu kadar tepkiye sebep olmayacaktı.

Genel çerçevede bir askerin "şuralarda fuzûlî yere kan döktük ama falan yerdeki mücadelemiz fevkalade doğru ve meşruydu" şeklinde değerlendirme yapması, bana göre "kamu ajanı"nın görev ve yetki sınırlarını şahsi kriterlere göre tarifi anlamını doğurur. Yukardaki örnek çoktan tarihe mal olmuş bir hadise üzerinden yürüdüğü için belki bir tarih musahebesi veya tarihi bir muhasebe gibi anlaşılabilir ama aynı tarif ve niteleme gayretinin muvazzaf subaylar için, gündelik işler hakkında yürütülmesinden en başta Ordu mensupları rahatsızlık duyacaklardır; hiçbir kamu ajanına tanınmamış olan bu hak, şüphesiz bir ordu mensubuna da tanınamaz; zira ordular hiyerarşik yapı ve disiplinin en sert uygulandığı kurumlardır.

Meselenin tarih kültürüne ve sezgisine ilişkin tarafı hakkında bir orgeneralin bu derece incitici bir yorumda bulunacağına ihtimâl vermek istemem; nitekim Orgeneral Doğan daha sonra yaptığı açıklamada, "Galiçya ve Yemen kelimelerinin bu kadar kavram karışıklığına yol açabileceğini tahmin etmezdim" diyerek ifadedeki itinasızlığı kısmen telafi etmeye çalıştı ve öyle görünüyor ki bu tartışma sadece bir tarih içtihadından ibaret değildir; bu mesele üzerinden yürütülen tartışmanın bir medya grubu ile Orgeneral Doğan arasındaki mâhiyetini henüz bilmediğimiz bir gerginlikten kaynaklandığı da anlaşılıyor.

Türkiye Cumhuriyeti'ni paşalar kurdu ve Cumhuriyet tarihi boyunca rejimin karakteri ne olursa olsun Ordu, bir nevi "kılıç hakkı"ndan doğan devlete vasîlik etme arzularını hiç de gizlemek gereği hissetmedi; bu realitedir ama bazı gerçekleri yerli yerine koymak kaydıyla: Cumhuriyetimiz yoktan var edilmiş yeni bir devlet değildi ve bugün haritadaki yerini pek çok üniversite mezununun bile bilmediği Galiçya'nın Orgeneral Doğan tarafından tartışma konusu yapılması çok bâriz bir misâldir. Vesâyet arzularının bu derece sıklıkla ve ciddiyeti hakkında kimsenin iknâ olmadığı gerekçelerle izharı şık olmak bir yana, âmiyâne tâbirle bazı kavramların "yalama" haline gelmesine yol açıyor. "Doğrudur yanlıştır; bu tartışma gerekli miydi?" sorusuna ilaveten "Sayın Doğan muvazzaf hizmetine devam edeceğini bilseydi böyle bir polemiğe girer miydi?" sualinin cevabı da üç aşağı beş yukarı bellidir!

Başkaları lâfzen veya samimiyetten uzak bir inançsızlıkla aynı şeyi söylüyor olabilirler ama ben Türk Ordusu'nun lüzumsuz gerekçe ve sudan sebepler bahanesiyle yıpratılmasından gerçekten huzursuzluk duyuyorum; bir şekilde birilerine kırgınlık duyanların öfke ve hayal kırıklıklarını "cumhuriyet tehlikede" lâfzıyla başlayan cümleler halinde sıralamaya başlamasını askerce bulmuyorum. "Ordu çok önemlidir; gözbebeğimizdir" fikrinin "kahrın da hoş, lütfun da hoş; darbe bile yapsanız başımız üstüne" yaltakçılığı biçiminde anlaşılmaması gerektiğine ciddiyetle inanıyorum. Arada mühim fark var bu farkın fark edilmesi gerek.

Ordu, nâmus gibi yokluğu halinde varlığı hissedilen bir milli müessese; onun varlığını hatırlamak için sıkça "'vatan tehlikede" sinyali vermeye hâcet yok!