Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yürütmenin en uçtaki sorumlu ve yetkilisi olarak Sayın Başbakan'a seslenmenin artık bir mânâsı kalmamış bulunuyor.

Kendisine ne kadar, ‘Anayasa için, ülke için, hukuk devleti için, partiniz, bizatihi kendiniz ve hatta lideriniz için direniniz' çağrısı yapmış olsam da samimi ikazlarımın sinek vızıltısı tesiri yaptığını görüyor ve üzülüyorum.

Başbakan yetki ve sorumluluklarına sahip çıkmıyor, çıkamıyorsa kimi muhatap almalı; arşivlere hitap etmekten başka çare yok. Öyle yapıyorum.

Vaktiyle Cumhuriyet Gazetesi, ‘Tehlikenin farkında mısınız?' diye bir slogan tutturup gitmişti; aynı soru, farklı gerekçelerle hâlâ geçerli.

Sayın Başbakan'ın gücü, kontrolü altındaki hükümete, parti grubuna, parlamentoya hatta yer yer kendine rağmen sayın Cumhurbaşkanı'nın tek başına aldığı kararları durdurmaya yetmiyor. Suriye'ye müdahale imâsını kapsayan, ‘Irak'taki hataya Suriye'de düşmeyiz' cümlesinin ardındaki mesaj açık: Türkiye'nin Suriye'de kapsamlı bir kara harekâtına girmesi için parlamenter sistemin bütün denge ve fren sistemleri işe yaramaz durumdadır ve Sayın Erdoğan isterse ülkeyi, kimsenin istemediği bir sıcak çatışmaya sokabilir!

Sayın Erdoğan, Türkiye'yi sorumluluk ve angajman altına sokan sözleri, anayasal yetkilerinden hareketle sarf etmiyor; kendisinin de birkaç defa ifade ettiği üzere fiilî bir durumdan hareketle ülkenin kaderine tek başına hükmediyor ve politika belirliyor.

Antalya'daki G-20 zirvesinde AB liderleriyle çatır çatır milyar Euro pazarlığına girişip, ‘Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere bindirir göndeririz; eğer iki yıl için 3 milyar Euro verecekseniz hiç konuşmayalım” çıkışı da aynı cümledendir. Sayın Erdoğan, Türkiye'de parlamenter sistem çoktan rafa kalkmış, Başbakanlık bir Saray sekreterliğine dönüşmüş gibi politika üretip uyguluyor. Dış politikayı tek başına belirliyor, yörünge değişikliği, sert dönüşler yapıyor. Para politikalarına müdahale ediyor, içinde bankaların da bulunduğu özel şirketlerin –geçiniz marka değerini- piyasada tutunma imkânını riske sokuyor. Yargıya talimat gibi okunabilecek yönlendirme ve tavsiyelerde bulunuyor. Hâsılı hükümet adına her şeye, her zaman müdahale ediyor.

Başbakan seyrediyor bu durumu; anayasal kurumlar seyrediyor. Bir nevi küfürbaz bültenine dönüşmüş bulunan basın organları seyrediyor. Hukuktan hiç bahsetmiyorum bile...

Sayın Erdoğan açısından fiilen, yani ‘De facto' hiçbir sıkıntı yok lâkin ‘De jure' yani hukuk mantığı açısından çok sancılı ihtimâller mevcut. Eğer başkanlık blöfü tutmazsa, şimdi suskun ve itaatkâr gibi duran hukuk bürokrasisi, kara kaplıda öyle sayfalar bulur ki, kendileri bile şaşırabilirler. Anayasa ihlâllerine bakalım meselâ; sık tekrarlanmaktan yivi-seti kalmamış, lâçkâ edilmiş vaziyette. Sırf o kadarı bile korkulu rüyâ görmeye kâfi.

Türkiye'nin diplomatik dengelerini altüst edip Neo-Osmanlı coğrafyasında dünya aktörü olacağız hevesiyle memleketi yeni bir dünya harbinin eşiğine getirmek, Hizmet Hareketi'ne operasyon çekmeye, hele hele dağ başındaki Kur'an kursu binasını dozerle yıktırıp mesaj vermeye benzemez. Kaldı ki bu tablonun bir de Kürt Meselesi ayağı var: Günün birinde Sayın Başbakan, ‘Demokratik müzakere ve çözüm sürecinden kopup çatışmaya geçilmesinde benim ve kabinemin zerre miskâl vebâli yoktur, her şey onun inisiyatifi altında olup bitti' şeklinde konuşursa kimse şaşırmaz ama ‘Siz başbakan olarak size teslim edilen anayasal yetki ve sorumluluklarınıza niçin sahip çıkmadınız?' sorusuna verilebilecek bir cevabı olup olmadığını kestiremiyorum.

Değil bana, her akrabama birkaç tane Çesna uçağı tahsis edilse bile şahsen Sayın Erdoğan ve Davutoğlu'nun yerinde olmak istemem; aman eksik olsun.