Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Emeklilik vakti yaklaşmış bürokratların "giderayak" ülkenin hükümetine, parlamentosuna, siyaset adamına kafa atmasına artık kızmıyorum; bilakis empati yoluyla bunun nasıl hoş bir duygu olduğunu kestirmeye çalışıyorum.

Fevkalâde rahatlatıcı bir etkisi olduğunu söyleyebilirim; onca gazetenin, kanalın, haber portalının birkaç gün boyunca, "kafa attı, muhtıra verdi, hizaya gelin dedi" cinsinden haberlerine konu olmak az şey midir?

Emekliliğin yaklaşması meselesini tasrih edelim; kanunun öngördüğü asgari had çoktan doldurulmuş da azamî haddin dolmasına birkaç ay kalmış iken tercih ediliyor bu tür çıkışlar. Yani deniz bitmiş, yol tükenmiş; o bürokrat aynı sözleri emekli olduğu günün ertesinde söylemeye kalkışsa kimse tınmaz çünkü. Türkiye'de görülmüş şey değildir ya, diyelim ki siyasetçiler bu bürokrata kızdılar ve re'sen açığa aldılar! O bile bir başka sevimli ihtimâl olarak emekli adayının "ihtimâller çizelgesi"nde parıldayıp durur; hükümetin öfkesine muhatap olup açığa alınmak, bir başka boyutta "ikinci hayat" kapılarının açılması demektir. Böyle mağrur ve mağdur bir bürokratı emekliliğinden sonra baş tacı edecek sektör eksilmez Türkiye'de.

O halde bir geçici tespitte bulunabiliriz; söylenen sözlerin önemi, bizatihi sözün kendisinden değil, söyleyen kişinin etiketinden kaynaklanıyor. Bu tür konuşmaların hiçbirinde beyin fırtınası estirecek kuvvette bir zihnî şimşeklenme eserine tesadüf edilmiyor; hepsi de tekrar edile edile mânâsından kopup uzaklaşmış, çiğnene çiğnene cılkı çıkmış cümlelerden ibaret.

Kendileri nasıl yorumlarlar bilmem; bu gibi bürokratların vara-yoğa, münasebetli-münasebetsiz vesilelerle tekrarlayıp durdukları o nutuk cümleleri, en ziyade işte böyle itibar kaybına uğruyor. Bu değerli bürokratlarımız, memuriyet kariyerlerinin son on-on beş senesini Ankara'da ve Ankara'nın munkabız kulisleri çerçevesinde geçirmekten ötürü kaldıkları lojmanla, çalıştıkları işyeri arasına sıkışan bir kulvarı zamanla Türkiye'nin kendisi zannediyorlar. Biraz zihinlerini zorlayabilseler, kendilerinin de vaktiyle Ankara'ya gelirken Hasanoğlan civarlarında eğreti bir yüz takınarak başkente duhûl edebildiklerini çıkaracaklardır. Bu haliyle Ankara, sadece kurum içine yayın yapan bir şirket televizyonunu hatırlatır bana. Onca bürokratın, yazar-çizerin Ankara'ya kapağı atmak için niçin didinip durduklarını da anlayamam.

İşin gülünç ve garip tarafı, "değiştirtmeyiz, kılına bile dokunamazsınız, biz bu memleketi yazıda-yabanda bulmadık" edâsıyla savunulan mevzilerin fiilen çoktan kayıp gitmiş olduğudur. Türkiye, resmi ideoloji düzleminde son derece önem verilen egemenlik haklarından çoğunu daha şimdiden kaybetti bile. Geriye sadece emeklilik eyyâmı yaklaşınca bir salon dolusu bürokrata hitâben irad edilen kuru nutuklar kalmıştır. Bizim muhafazakâr bürokratlarımız, içten içe nefret ettikleri Avrupa Birliği'ne şöyle ağız tadıyla bir muhalefet tavrı bile geliştirememiş olmanın ezikliği içindedirler; neticede bizim AB'ye üye filan olmayacağımızı, evvelen AB'nin bu işe rıza göstermeyeceğini, sâniyen diğer bir başka bürokrat arkadaşların allem-kallem AB yoluna takoz koyacağını sezerler ve "mış gibi" yapıp geçerler.

Neyse, geçelim bu sevimsiz fasılları; haydi hep birlikte empati yoluyla terapi yapıp sinirlerimizi teskin edelim: Çok yüksek dereceli bir bürokratsınız; emekliliğine birkaç ay kalmış; bir yıldönümünü vesile edip, -bizde böyle vesileler hiç eksik olmaz- şöyle esaslı lâflar etmek imkânı doğmuştur. O gün kürsüye çıkıyorsunuz, salonu dolduran meslektaşlarınızı, devlet erkânını selâmladıktan sonra bakışlarınızı "ben sana gösteririm" frekansına sabitleyip hükümet üyelerini hışımla süzerek fırça atmaya başlıyorsunuz: "Felaket kapıdadır, ülke çok kötü idare edilmektedir, meclis beceriksizdir, lâkin ülke sahipsiz değildir..."

Vesaire, vesaire, vesaire!...