Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yazarlığım hakkında bir gün, dobra bir eleştirmen aynı hükmü verirse elbette biraz üzülürüm fakat şaşırmam galiba...

Sebebi şu, sanatın ve pek ‘sanat'tan saymadığımız zenaat işlerinin çoğunda –bir kısmında da desek daha doğru olur- maymun iştahlılıktan olsa gerek işi bir yere kadar getirip, biraz daha gayretle tam ustalık peştemalını kuşanmak üzereyken yarıda bırakıveriyorum.

Yakından tanıyanlar biliyor; ilkokulun daha ilk sınıfında okumanın tadını aldım, mucizeydi, ağzıma sanki bir parmak bal çalınmış gibiydi. Elime ne geçse okuyor hayâle dalıyordum. Rahmetli anacığım, ille de halacığım eğer bir kitaba dalıp gitmişsem sofraya oturtmak için neler çekerlerdi. Ve çocukken çok canım sıkılıyordu çünkü okumak için her zaman kuyu gibi içine düşebileceğim, kaybolup etrafla ilgimi kesebileceğim bir kitap bulamadığım anlar oluyordu. Gelsin can sıkıntısı. Halam bu hâlimi görünce, ‘Bu çocuğun çok canı sıkılıyor, eversek mi acaba?' diye takılırdı.

Kısa keseyim, hâlâ okuyorum, lâkin yetersiz ve tatsız. Okumadığım, okumam gereken ve daha fenası henüz varlığının farkında bile olmadığım kitapları düşündükçe ye'se kapılıyorum.

Yarım yamalak...

Çok sonraları fark ettim ki kelimelerle bir dünya inşâ edilebiliyormuş. Bütün iş bazılarını bir araya getirebilmekte. Peki kelimeler nereden gelir, nerede satılır, cümlede tam yerli yerine, sanki bir yüzük taşı gibi nasıl oturtulur? ‘Yahu, bunu yapabilirim galiba, bir deneyeyim' cesaretini yirmili yaşlarda buldum; kırk yıldır yazıyorum şöyle böyle lâkin tatsız ve yetersiz. En iyi yapabildiğimi vehmettiğim sahada bile...

Çocukken kesere, küreğe, malaya, testereye, çakıya düşkündüm; hâlâ öyleyim. Ruhumun derinliklerindeki dülger hiç ihtiyarlamıyor. ‘Dahiliye nâzırı'ndan yüz buldukça hâlâ evin bir köşesine takım taklavat yığmaya bayılıyorum ve elimden gelse değil bazı tezgâhların amatörler için yapılmış minyatür modellerini, sanayi tipindeki gerçek boyutlarında bastırıp eve istifleyeceğim. En büyük hayalim, fabrika yarısı bir hangar tutup içini her neviden kereste ile doldurmak, bir tarafında tezgâhlar... Maksat imâlat yapmak değil, taze biçilmiş kereste koklamak, talaş avuçlamak, nadide ahşapların rendelenmiş düzgün yüzeylerini okşamak... Ne fantezi!

Tabii bu fantezi de öylece kalmaya mahkûm...

Ayıptır söylemesi, geçen yıl bu günlerde iki aylığına oğlumla gelinimi ziyaret için New York'a gitmiştik. NY ve New Jersey havalisinde ne kadar hardware store varsa (Efendim hırdavat demek oluyor, İngilizce bildiğimden değil, sadece çocukça bir fiyaka!) altüst edip dönüşte ele geçirebildiğim bütün saraciye takımından birer adedini bavula tıkıp eve getirdim. Getiremeyip de göz koyduklarımı alabilsem, dönüşte herhalde bir şilep kiralamam gerekecekti! Tabii daha önceden İstanbul'da kösele, deri satan bilumum parekendecileri sırayla ziyaret edip hayli malzeme tedarik ettiğimi de ilave edeyim.

Ne oldu; saraç mı oldum? Yoo! Gerçi beş-on tane Kindle ve telefon kılıfı dikmedim değil fakat saraçlık nerde ben nerede? Tam kıvama gelmek üzereydi ki gönlüm geçti, yarıda bıraktım. Yarım yamalak...

Resimdeki el melekem, resimden anlamayan birini aldatacak kadar iyidir; bazı sergilerdeki tabloların kenarına iliştirilmiş fiyat etiketlerini gördükçe ‘Netekim Kenan Paşa' gibi iç geçirip, ‘Ah Ahmet, biraz dişini sıksan bunlardan daha kralını yapar köşeyi dönerdin!' diye hayıflandığım oluyor. Geçenlerde yaptığım karalamaların fotoğrafını çekip bilgisayarda bir klasöre attım. Belki sebat etsem, sergi açıp tablo satmak filan değil ama eli-yüzü düzgün şeyler yapabilirdim.

Sebat etmedim, yarıda kaldı. Sebebi ben değilim ama, bizim ‘Dahiliye Nazırı', “Ortalığı çok kirletiyorsun, her tarafta boya lekeleri görüyorum” diye diye ressam ve sanatçı tabiatımı kötürüm etti. Yarım yamalak.

Bazı çevrelerde şiir ve şair düşmanı diye biliniyorum; tabii haksız ve eksik bir suçlama bu, zira her Türk genci gibi benim de imha edilmiş ve imhasına kıyılamamış bir miktar şiir denemem vardır ve bunlardan bir kısmını müstear isimle neşretmek küstahlığında bile bulunmuştum. Yarıda bırakmakla isabet ettiğim en tehlikeli amatör merakım şairliktir. Yarıda bıraktım ve üzerine gitmedim; ısrar etsem birkaç kitap ve bir kartvizit bastırıp, baş kısmına ‘şair' sıfatı koyabilirdim. Öteden beri telefonu açıp ‘alo'yla birlikte önce mesleğini sonra adını söylemeyi alışkanlık etmiş insanlara hayranlık duymuşumdur!

‘Alooo, bendeniz dülger veya soğuk demir ustası veya tornacı Ahmet!' gibi meselâ...

O da olmadı; iyi de oldu öyle olduğu...

Tamirat işlerine rûhen ve mizâcen çok yatkınım; babam tesviye ustası. Mekaniğe, elektriğe filan biraz âşinayımdır. Geçenlerde karikatürist Oğuz Aral'ın hâtıralarını okuyordum. Meğer o da benim gibi iflâhsız bir tamirat meraklısıymış ve evdekileri illallah dedirttiği için kimse yokken gizlice kapı, pencereyi bilhassa sakatlar ve arıza ortaya çıkınca Süperman gibi alet çantasıyla ortaya çıkarmış. Tıpkı ben! Ne var ki geçenlerde tadımı kaçıran bir hadise cereyan etti, pek de tamire ihtiyacı olmayan bir şey üzerinde bütün ustalığımı gösterdikten sonra hanım, “Eh, yapıyorsun ama yarım-yamalak; şöyle temiz bir iş çıkaramıyorsun” diye burun kıvırınca kızdım ama her zaman yaptığım gibi kendimi âdil ve dürüst bir dış nazarla değerlendirince kadının haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım; bu yargımdan hâlâ haberi yok bu küçük sırrın aramızda kalacağına eminim.

Ayıptır söylemesi su sebilinin musluk contası kırılınca, ‘ben bunu tamir ederim' diye işe giriştim ve iki saat sonra koca makina hurdaya çıktı; mecburen yenisini tedarik ettik. Eee, sanayide çalışan çıraklar gibi ben acemiliğimi başkalarının eşyası üzerinde çıkarmak şansına sahip değilim ki...

Evet, tabiatım biraz aceleci. Bazı marangoz ve terziler gibi ‘İyi iş aceleye gelmez' düsturunu bir türlü benimseyemedim. İşe başlamalı, bitirmeli ve bu arada biraz kaba-saba iş çıkarılmasında mahzur yoktur diye düşünüyordum; artık bu düşünce canımı sıkıyor.

Gelelim müzik faslına. Yoo, öyle ‘daha beş yaşındayken müziğe başlamışım' diye konuya girenlerden değilim. Lise yıllarında bağlamaya çok heves etmiştim ve rahmetli arkadaşım Turgay Hocaoğlu'nun dut bağlamasıyla başladığım bağlama serüveni, şu an itibariyle parmak eklemlerimin kireçlenmesi yüzünden sona ermiş bulunuyor.

Şaka tabii. Eklem kireçlenmesi kısmı doğru da bağlama çalabildiğim kısmı çok su götürür. Bilmeyen birini kandıracak kadar tıngırdatabiliyorum ama seçtiğim fiile dikkat isterim; buna ancak tıngırdatmak denir, icrâ değil.

Daha sonra o iştahla neyden uda, akordeondan kudüme kadar ‘çakma müzisyen' görüntüsü verecek tehlikeli müzikal çalışmalarda bulundum ve inanmayacaksınız, bir keresinde sahnede dans eden Kafkas folklor ekibine perde gerisinden akordeon bile çaldım ki sahne hayatımdaki en büyük muzafferiyet budur. Neyse ki tonmayster arkadaşlar ritm sazı öne koyup, o telaş ve heyecanlı karıştırdığım nâneleri kısmen örtbas etmeyi başarmışlardı.

Olsun zafer zaferdir fakat o da yarım kaldı.

Size akademisyenlik günlerimden, hocalığımdan, hele hele tarihçiliğimden de bahsetmek isterim ama özeleştirinin bu kadarı fazla olacak. Şu kadarını çıtlatayım ama; o da yarım yamalak...