Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Aklın, çok dikkate değer bir mâhiyeti var çünkü yokluğu veya zaafiyeti farkedilmiyor; dünyanın en değerli ve en değersiz nesnesi: herkeste kâfi miktarda,

hattâ gereğinden fazla bulunduğu için râyici yok; herkes onun başkalarında kıt olduğunu zannettiği için kıymetli. Bu kadar âdil bölüşüldüğü halde, herkes o mevhîbeden yeterince hissedâr olduğu kanaatini taşıdığı halde, aklın evrensel bir geçerliliği olmaması bir başka garâbet. Mantığın temel kuralları diye bir formülasyon var şüphesiz ama akıl, mantığın kalıplarını dilhûn ettirecek derecede cevvâl, seyyâl ve zabt ü raptsız da davranabiliyor pekâlâ. "Aklın yolu bir" tekerlemesine aldanmamalı; "akıl akıldan üstün."

Aklın evrensel çapta geçerli, ezel ve ebed arasında eskimez bir sürüme sahip olmadığını belirttik ama belirli zaman dilimlerinde, belirli kültür mıntıkalarında nevi şahsına mahsus ortak özellikler taşıdığı da vâki. Kültürlerin yükseliş devirlerinde, sadece o kültürün coğrafyasında geçerli olduğu hissedilen bir ortak akıl terkibinden bahsetmek mümkün olabilir; bu terkip, ait bulunduğu kültür coğrafyasında problem çözmekte, müşkülleri halletmekte ve özellikle abesten kaçınmakta kullanışlılığını isbât etmiş olabilir ancak "kültürel akıl" diye isimlendirebileceğimiz bu ortak idrak melekesinin râyici sonsuz değildir; o da diğer kültür unsurları gibi beynelmilel rekabette işe yarayışlığını göstermek zorundadır. Arnold J. Toynbee'nin "challenge=meydan okuma" dediği bu rekabet ortamında dışardan gelen meydan okuyucu suallere geçerli (ama dikkat, "doğru" kelimesi burada maksadı izaha yetmeyebiliyor) cevaplar veremeyen kültürel aklın güvenirliliği de sarsılacaktır. Tarih tecrübesi, bu durumda çoğunlukla meydan okuyan aklın, "kem—küm" eden akıl karşısında galebe ettiğini gösteriyor. İşte tam bu noktada kendi kendini sigâya çekecek derecede kendine güvenen kültürel aklın, dışardan yönelebilecek herhangi bir "challenge"a mâruz kalmadığı halde kendi kendini dönüştürebildiğini de farkedebiliyoruz. Öyleyse "otokritik" cihazını, her cinsten aklın sıhhat alâmeti olarak teşhis etmeliyiz.

Hukuk, aklın kodifikasyonudur

Bunca âfâkî, delilsiz ve sıhhati meşkûk hüküm cümlesini misâllendirmek gerek: Milâdî X. asırda İslâm kültürünün biçimlendirdiği akıl, Müslüman topluluklara doğru ve verimli istikametler (orientation) kazandırmıştı; bu başarıyı X. asırda Müslüman toplulukların şaşırtıcı derecede vâsî siyâsî hükümranlıkları ve fütûhatı ile özdeşleştirmiyorum; onlar yaşadıkları dünyayı iyi yorumlayan, eşyâya kendine mahsus bir mânâ veren, fizik ve metafizik vâkıalar arasında münâsebetleri iyi anlayan bir bakış kazanmışlardı. Yaşadıkları dünyâya hukukî bir anlam vermeleri ve bu anlama kendini yeniden üretebilecek derecede devamlılık kazandırabilmeleri (fıkh), başarılarının özünü teşkil ediyordu. Fıkhî üretkenliğin kısırlaşması "İslâm aklı" ismini verebileceğimiz enerji kaynağının zaafiyetine yol açtı. İslâm'dan önce "Roma", aynı teorik çerçevede başarılı bir "mâ'şeri akıl" inşâ edebilmişti; bu başarının "hukuk"la ilgisi gözden kaçmayacak ölçüde bârizdir çünkü bir kültürün inşâ ettiği hukuk, o kültür coğrafyasında mâ'şeri aklın kodifikasyonu anlamına gelir. Ancak hukuk mârifetiyledir ki kültürel akıl, üzerinde mutabakat edilen, yol gösteren, problem çözen ve yarını projelendirebilen bir yaygınlık, yâni mâ'şerilik kazanabilecektir.

XVI. yüzyıldan sonra batı—Avrupa'da yeni bir mâ'şeri aklın kesifleşmeye başladığı görülüyor; hiç şüphesiz bu yeni aklî üslûp, bütün benzerleri gibi bir terkibin mahsulüdür ve bu mânâda gökkubbe altında hiçbir şeyin "yeni" olmadığını tartışmak gereksizdir. "Ratio"yu belkemiğine yerleştiren bu yeni kültürel akıl, müteakib asırlarda maddî planda dünya hükümranlığını da ele geçirdi ve kaçınılmaz olarak kendi hukukî kodifikasyonunu gerçekleştirip taklid edilebilir, tekrarlanabilir ve üretilebilir bir mahiyet aldı.

İki yanlış bir doğru etmez

Bu tasvir denemesinin, —gereğinden fazla kısaltılan bütün süreçlerin karikatür etkisi yaratması önlenemeyeceği için— yer yer soru işâretlerine yol açması kaçınılmazdır; ama asıl problem şurada: Bugün hem İslâmî akıl geleneğini, hem de belkemiğinde ratio'yu saklı tutan batılı aklı tevârüs etmek iddiasında bulunan bir toplum olmamıza rağmen gerek ferdî, gerek içtimâi plânda aklîliğin tam aksine "abes"e mahkûm olmuş durumda bulunuyoruz. Her hâl ü kârda yeni bir akıl terkîbine vâsıl olmamız kaçınılmaz görünüyor. Başarısını, parlak tarihi kariyeriyle ispatlamış olan İslâm kültürünün inşâ ettiği İslâmî aklın, üstünlüğü hâlâ tartışılmaz gibi görünen batılı akılla terkibinden nasıl olup da "abes"i istihrâc ettiğimiz başlı başına bir meseledir ama abesle iştigal ettiğimiz, herhalde en az su götürür hakikatler cümlesindendir. Batı kültürünün câzibesine kapıldığımızdan beri batılı aklı "gülüyle dikeniyle isticlâs" etmek yerine onu arabesk bir "kolaj"a tâbi tutmamızın bir hatâ olduğu söylenebilir; aynı hatâ riski, İslâmî aklı yeniden üretmeyi denemek yerine onu en zaafiyetli hâliyle taklid etmek tavrı için de geçerlidir düşüncesindeyim. Neticede ortaya kaotik bir süreç çıkıyor; bu sürecin tutarlı bir bütün halinde kendi hukukunu kodifiye etmesi esasen beklenemezdi; şu an mer'iyette bulunan hukuk nizâmımız işbu eklektisizmin bütün zaaflarıyla mâlul olduğu için hızla tıkanma noktasına doğru ilerliyor.

Bize yeni bir akıl lâzım; sözümün başından bu yana tasvire çalıştığım üzere "yeni bir akıl"ın kendiliğinden zuhûr etmesini beklemek, en azından adâlet fikrine aykırı görünüyor. Diğer yandan birkaç asırdan beri üzerinde ümitsizce gayret sarfettiğimiz batı'nın "fikri bikri ile doğu'nun akl—ı pirânesini" izdivâç ettirmek projesinin de pek matah neticeler doğurmadığını farkedecek kadar tecrübe sahibi olduğumuzu varsayıyorum. Bu terkibin niçin muvaffak olmadığını merak ediyoruz; basit bir hesap; terkib, terkibe katılacak unsurların en sağlıklı uzuvları ile yapılsa gerektir. Batılı aklı kanatlandıran "ratio", bizim zihin dünyamızda metafizik "haşere"leri kovmak için başvurduğumuz bir aeresol olarak rağbet buldu; aydınlanma düşüncesinin aydınlanma metodlarına değil, batıda çoktan fersûdeleşmiş neticelerine iltifat ettik. "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir" sözünü dağlara taşlara yazmaktan usanmazken ilmî süreçleri öğrenmek yerine "alaturka kestime"leri kolaylığından vazgeçmedik. Çünkü biz "ilm" değil "füsûn" peşindeydik; ilimle uğraşacak kadar vaktimiz yoktu, "abra kadabra" istiyorduk. Bugün gele gele vâsıl olduğumuz yer, "abra kadabra" ile ilim yapılamayacağını farketmekten ibâret; farkettik mi sahiden?

Kim çalışır bunca "ev ödevi"ne?

İslâmî aklın yeniden neşv ü nemâ bulmasını ummak için hangi "ev ödevi"ni lâyıkıyla yerine getirdiğimizi sorgulamak da mânidardır? "İslâm" kavramı hakkında ne kadar titiz ve hattâ kavgaya müheyyâ bulunsak da İslâm'ın ne idüğü hakkında ciddî bir tetebbuâ gönüllü olup olmadığımız hâlâ câri bir sualdir; doğrusu biz İslâm'dan da bir "abra kadabra" kolaylığı beklemiştik ve bu bekleyişimizin el'an sürüp gittiğini söylemekten ızdırap duyuyorum.

İçinde debelendiğimiz abes iklimi o kadar kesif ki ihtiyaçlarımızı "aklî" bir silsileye sokmakta bile zorlanıyoruz: Evvelâ şunu kabul etmeli; "akl"a ihtiyacımız var; hem ferdî plânda, hem "yönetici akıl" plânında. İkincisi, "nasıl bir akıl?"; şu kertede, kendi içinde tutarlılığı olan, kendi içinde bir bütün teşkil eden cinsten bir akıl olmalı, isterse belkemiğinde "ratio" bulunan cinsten olsun.

Kendi kültür çevremiz dahilinde yeni bir akıl terkibine ulaşma ihtimâlimiz var mı? Elbette var ama bu hedefe ulaşmak için entellektüellerin "entel"lik yutturmacısını terkedip bir an önce kendi kültür kodlarını öğrenmeye başlamaları gerekiyor; muazzam çapta gayret sarfetmeden yeni bir akla erişme ihtimâlimiz bulunmuyor; bu işin "kolay"ı yok, en hâlisinden entellektüel gayret gerektiriyor bu iş, bunca zahmeti kim ihtiyâr eder?

Kelimelerin cinsiyetsiz, kavramların amip gibi omurgasız olması bu yüzden; "cümle"yi bile katletmişiz, fikir yerine öfkeyle, "alta düşmeme" refleksiyle, takım oyununun küçük heyecanlarıyla yetinip gidiyoruz. İlim hayatımız maskeli balo, siyâsetimiz cirid meydanı, "hakikat"in râyici kalmamış.

Ümit yok mu? Var, akılsızlığın dibe vurmasını bekliyoruz; o zaman "taze bir besmele" ile işe sıfırdan başlayabiliriz.