Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Seçim sonuçları ilk hamlede "milliyetçiliğin yükselişi" olarak değerlendirildi; en çok oy alan iki partinin milliyetçilik anlayışları birbirinden farklı olsa da hâricen bu yorumun isâbetli olduğu söylenebilir.

DSP ve MHP'ye yönelen toplam % 40 civarındaki oy desteği, hükümeti kurması muhtemel bu iki partiden daha milliyetçi siyâsetler izlemesinin talep edildiği anlamında da okunabilir. Bu talebin, Türkiye'yi baskı altına alan iç ve dış problemlere karşı toplumun duyduğu tepkinin üslûbunu biçimlendirdiğini öngörebiliriz.

Bir toplumda milliyetçi temâyüllerin yükselmesini nasıl izah etmeli; bu bir sıhhat alâmeti sayılabilir mi?

Tabii ve ârızi yükselişler

Milliyetçilik, içinde bir topluluğa veya kültüre aidiyet hissi taşıyan herkesin tabiatında mevcut bulunan tabii bir yaklaşımdır; toplumların tarih içinde değişime uğramalarına paralel olarak milliyetçilik duygusunun yükseldiği, yatıştığı, derine itildiği veya bir enerji kaynağı olarak aksiyonun önüne geçtiği devreler vardır. Kişi ölçeğinde ele alındığında bir insanın her zaman ve her yerde kimlik bilgilerini tekrarlaması ve bu nitelikleriyle övünmesi tabii bir hâl olarak karşılanmaz. İnsanlar, hayatlarının belirli bir dönemecinde kendi kimliklerine eğildikten sonra, o bilgilerin yeniden kullanılması gerektiği âna kadar kimlikleriyle, sulh içinde barışık yaşarlar. Kimliğin veya millî niteliklerin sıkça vurgulanması, orada kimlikle veya kimliği tarif eden niteliklerle ilgili ciddi bir problemin olduğuna işarettir.

Bir toplumda milliyetçiliğin yükselişi, "tabii ve ârızî" olmak üzere iki sebepten kaynaklanabilir: İlk olarak, sanayileşme ve sınıflaşma sürecine giren veya sanayi ihtilâlinin dalgalarından etkilenen toplumlarda belli bir safhadan sonra milliyetçiliğin yükselmesi tabiidir. Bu, bir mânâda her insanın ömründe bir kere geçirdiği kızamık veya ergenlik cinsinden bir safhadır. Nitekim ilk defa 17. yüzyılda Avrupa'da yükselen milliyetçilik cereyanı, muhtelif geciktirici sebepler yüzünden farklı zaman ve coğrafyalarda hâlâ tabii şekliyle tezâhür edebiliyor. Bu sebepten bağımsız milliyetçilik cereyanının bir ülkede "ârızî" surette yükselme eğilimi göstermesi, ancak ülkede yeniden "millî birlik ve beraberlik rûhu" etrafında kenetlenmek îcab eden iç ve dış problemlerin varlığını gösterir. Her iki halde de milliyetçiliğin yükselişi, bünyede ateşin yükseldiğini, tansiyonun arttığını ve her hâl ü kârda bünyenin "antikor" üretme ihtiyâcı içine girdiğini işaretlemesi bakımından hiç de sıhhat alâmeti sayılmaz.

Milliyetçiliğin gelişmesinde iki farklı mecrâ

Türkiye'de milliyetçiliğin "tabii" seyri içinde yükselişi, II. Meşrutiyet devrindeki Türkçülük cereyânı ile kendisini hissettirdi. Siyâset literatüründe "imparatorluk" olarak nitelenen çok unsurlu Devlet—i Osmaniye I. Dünya Harbi'nin akabinde dağılırken yerine coğrafî itibarla daha dar kapsamlı, ama daha "compact" bir devlet kurduk: Türkiye Cumhuriyeti bir "millî devlet" olarak tesis edildi ve cumhuriyet idaresi, gelişme istikametlerini, "millî devlet" olmanın icâblarına göre belirledi.

60'lı yılların ikinci yarısında kurulan MHP'nin milliyetçilik anlayışı, benim anlayışıma göre devletin kuruluş felsefesindeki milliyetçiliğin tabii uzantısı değil, aynı yıllarda yükselen ve çok mantıksız bir şekilde milli kültür ve inanca muhalif tavır takınan "sol"a karşı tepkiydi. Nitekim MHP'nin 1965'le 1987 seçimleri arasındaki oy nisbeti ortalama itibariyle % 3.5 civarında kalmış ve bu dönemde ulaştığı en yüksek rakam, 6.4 olmuştur. Türkiye'de sağ—sol çekişmesinin pörsümeye yüz tuttuğu bir dönemde MHP'nin 1987 seçimlerinde % 2.9'dan başlayarak son seçimlerde % 18 oranına yükselmesi mânidardır ve bana göre bu şaşırtıcı oy artışı, Türk toplumunda milliyetçiliğin "ârızî" tarzda yükseldiğini göstermektedir. Nitekim MHP yetkilileri, adreslerini "merkez sağ"da göstermekle, kazandıkları başarının konjonktürel niteliğini hissettiklerini ve bu başarıyı kalıcı hale getirmek için yörünge düzeltmeye ihtiyaç duyduklarını ifade etmişlerdir.

Peki, hangi milliyetçilik?

Türkiye'de milliyetçiliğin konjonktürel yükselişi, MHP için kitle partisi olmak şansını doğurmasının yanısıra kendisini "demokratik sol" olarak niteleyen DSP'nin oylarını artırmasına da yardımcı olmuş görünüyor. Tamamen Bülent Ecevit'in şahsî siyâset anlayışı ve üslûbu ile târif edilen bu sol anlayışın, 1974'teki Kıbrıs Harekâtıyla başlayan "millî menfaatler gerektirdiğinde şahinleşme" tavrı ile kamuoyunda milliyetçi bir intibâ doğurduğu anlaşılıyor. MHP ve DSP'nin milliyetçilik yorumları, bana göre sadece "devletçilik" müştereğinde birleşiyor olsa bile seçmenlerin % 40'lık bir yönelişle "aktif milliyetçi siyasetler" beklentisi içinde olduğu açık.

Türkiye'de aktif milliyetçi siyâset beklentisinin yoğunlaşmasını hayra alâmet bir gelişme olarak görmüyorum. Türkiye'yi etkisi altına alan yeni milliyetçi dalga, MHP'nin öteden beri ifade etmeye çalıştığı milliyetçilik kavrayışından çok farklı tarzda tezahür ediyor. Öyle hissediliyor ki, devletin atanmışları, bu yeni milliyetçi dalgayı onaylamakta ve desteklemektedir; bu desteğin mazmûnunda milliyetçiliği, ötedenberi milliyetçilikle birlikte telâffuz edilen mâneviyatçı ve hatta dindar muhtevâsından titizlikle ayırmak endişesi yatmaktadır.

Milliyetçilikten tedirginlik duymalı mı?

Lise yıllarından beri kendisini umûmî mânâda "milliyetçi" olarak nitelemekten rahatsızlık duymayan birisi olarak bu gelişmelerden hoşnutluk duymam gerekirken niçin tedirginleştiğimi izah etmeliyim: Milliyetçiliğin öteden beri büyük saygı atfettiği millî işâret, kavram ve sembollerin gün aşırı gündeme getirilerek, sadâkat gösterileri düzenlenmesi, sıkça "iç ve dış düşman"lara husûmet yöneltilerek kamuoyunun devlet politikaları doğrultusunda ve "millî birlik ve berâberlik rûhu" etrafında birleşmeye davet edilmesi, düne kadar "millî" lâfzını duyunca tüyleri ürperen nice zevâtın, yeni milliyetçi dalganın sırtında ikbâl endişesine düşmesi ve milliyetçiliğin, bana göre pek de gerekli olmayan bir konjonktürde devletin yedeğine alınmasından tedirginlik duyuyorum. Milliyetçiliğin bir devlet siyâseti olarak benimsenmiş olması, gereğinde millî hassasiyetlerin istismar edilmesi yoluyla kamuoyu denetimini ve demokratik muhalefeti pek kolaylıkla safdışı bırakabilir; tarihte örnekleri çok görülmüştür. Kriz zamanlarında milliyetçi siyâsetler, yönetenlere daima hayli geniş bir manevra sahası inşâ edebilmişlerdir.

Peki, bu tedirginliğin "anti—millîlik" olarak değerlendirilmesi mümkün olabilir mi; bütün yazı boyunca hassasiyetle izaha çalıştığım ayrıntılar dikkate alındığında bu mânânın çıkarılmayacağı âşikârdır ama resmî politikaların yönlendirdiği ve medya desteğiyle güçlendirilmiş bir krizin sıcak anlarında sadece bu gibi "ihtiyâtî kayıtları" değil, bütün bir akl—ı selîmi "linç"e tâbi bırakmak mümkündür.

Devletle millet arasında, son yıllarda gittikçe açılan mesafenin bir şekilde yeniden kapatılması gereğini, bakmasını bilen her göz görüyor; bu soğukluğun başlıca sebebi, bana göre milletin, devletinden kendisine doğru yaklaşmasını talep etmesidir ama devlet böyle bir yaklaşımı çözüm olarak kabul etmiyor. İhtimâldir ki devlet, milletle devlet arasında en güçlü müşterek değer olarak gördüğü milliyetçi yapılanmalar etrafında bir yakınlaşma tesis ederek, mevcut soğukluğa kendince bir çare bulmuş olacaktır.

Quod scripsi scripsi!

Quod scripsi scripsi! "Yazacağımı yazdım; kendini hâlâ genel çerçevede milliyetçi olarak nitelemesine rağmen, milliyetçiliğin yeniden revaç bulmasından tedirginlik duyan bir gözlemcinin satırları bunlar; günün yükselen değerlerine şaşırtıcı bir kıvraklıkla ayak uydurarak milliyetçi retorikler savurmağa kalkışan nicelerinin milliyetçiliğinden ürken ve bir yerde "dün neredeydiniz kuzum?" diye evhamlanınca yeni moda milliyetçiliğin bile mânidar bir müşterek teşkil edemediğini farkeden bir "snob"un kuruntuları.

Ve yazar, yanılmış olmayı hiç bu kadar temennî etmemiştir!