Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yol boyunca güzel ve bakımlı bina inşa etmemek gibi garip ve millî bir davranış şekli geliştirdiğimizi ileri sürmek için yeterince bulguyla karşı karşıyayız. Çöplerin ille de yol civarında bir yere depolanmaları da "çöplük dediğin yol boyunda olur" gibi yeni bir çevrecilik kuralı geliştirildiği intibaını veriyor.

Amerikan filimlerinin klişeleşmiş türleri vardır; meselâ emektar veya başarısız bir antrenör, dandik bir spor kulübünün başına geçer vee.. sonunu bilirsiniz; mutlaka şampiyon olurlar ve kötülere ders verirler; bu basit senaryo iskeleti üzerine Amerikalıların yüzlerce filim çekmesi şaşırtıcıdır ve bizdeki zengin kız-fakir oğlan hikayelerinin niçin vazgeçilmez olduğunu da kısmen izah eder. Yol filmleri de bu cümledendir; belki kıta yollarının uzunluğundan, belki ortalama Amerikalı'nın hayalhânesini dolduran serüvenin arayışından kaynaklanan bu tür senaryolarda yol ve yolculuk teması üzerine türetilmiş onlarca klişeyle karşılaşır dururuz: İllâ ki kara gözlükle trafik polislerinin sert, havalı ve kararlı tavırları, kovalamaca sahneleri, kuş uçmaz kervan geçmez bir yol lokantasının sinek vızıldasa hissedilir tenhalığı, barmen kızların hayattan bıkmışlığı, fast food yiyecek kültürünün bol salçalı, kanlı ve biftekli tezahürleri vb.

Geçenlerde Türkiye'yi ortasından diğer ucuna doğru kateden uzun bir yolculuk için yollara düşmem icab etti. Evvela alışılmış görüntülerden bahsedelim; ülkenin doğusundan batısına doğru gittikçe kalite artışı gösteren "tesis"leri en başta zikretmeliyiz. Nedense yol boyu lokantalarına isim bulmakta zorlanıyoruz; en çok tercih edilen sıfat tesis; belki de yatırımcı ruhumuzu aksettirdiği, içimizdeki temel atma ve eser ortaya koyma arzusunu ifade ettiği için tutulan bir kelime. Bunun yanında "restaurant, falancanın yeri, kendin pişir kendin ye" veya düpedüz "lokanta" gibi kelimeler de geçmiyor değil ama ille de tesis; özellikle "dinlenme tesisleri". Yanıbaşında fiyakalı bir benzinlik, sağında solunda mescid, pişmaniye, kaset, leblebi, gazoz emsâli ıvır-zıvır satılan dükkânlar, çayhane ve lokanta bölümleri. "Tesisler"e giren her yolcu otobüsüne bıkkın, uykulu ve mekanik bir ses tonuyla karşılama anonsu yapan kıdemli garsonlar artık yavaş yavaş Türkiye'nin yol hayatından çekilirken yolculara kötü ve bayat çay servisi yapan işletmecilik anlayışının hâlâ hükümfermâ olduğunu görmek insanı şaşırtıyor. Bu yüzdendir ki otobobille yola her çıkışımda "tüpü, alüminyum demliği ve sair çay takımlarını niçin bagajın bir köşesine koymadım" diye hayıflanıp durmaktayım.

Yol boyunca güzel ve bakımlı bina inşa etmemek gibi garip ve millî bir davranış şekli geliştirdiğimizi ileri sürmek için yeterince bulguyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Küçüklü büyüklü beldelerin çöpleri ille de yol civarında bir yere depolamaları da "çöplük dediğin yol boyunda olur" gibi yeni bir çevrecilik kuralı geliştirildiği intibaını veriyor. Bu genellemelerden hareketle "bu kadar ısrarlı bir tarzda kirletildiğine göre yollar birer kamu alanı mıdır?" diye meraka kapıldım bir ara; sonra eli yüzü düzgün bir "dinlenme tesisi"nde başörtülü bir hanım görünce şüphem kısmen zail olduysa da tamamen yatışmadı. Şehirlerarası yolları devlet inşâ ettiğine, bakımını yaptığına (veya içinden geçirmesine rağmen yapamadığına), denetlediğine ve bu yollar netice itibariyle kamu hizmetine âmâde tutulduğuna göre kamu alanı sayılması lazım değil midir?

Artık yeni kurulacak kabinelerden birinde "kamu alanlarını tayin bakanlığı" kurulsa fena olmayacak; kafa karıştırıcı bir mesele bu kamu alanı dâvâsı.

Size yeni radar uygulamalarından bahsetmiş miydim? Efendim yeni düzenlemeye göre trafik polisleri artık "dikkat radar var" tabelasını görünür şekilde yol kenarına koymadan, meslekî tâbirle "radar atamıyorlar". Yol boyunca belki yirmi defa şu manzarayla karşılaştım: Levhayı gören araçlar hemen hızlarını 80 km'ye indiriyorlar ve az ilerde "biz de vaktiyle kartaldık" diye iç geçirip önlerinden tören âdâbına uygun hızda geçen araçları seyretmekten başka hiçbir iş yapmayan polisleri klaksonlarıyla selamlayarak geçip gidiyorlar; üst üste iki radar atılması centilmenliğe ve Emniyet Genel Müdürlüğü bütçesine aykırı olduğu için tehlike mıntıkasından çıkan şoför, sonraki tabelaya kadar bildiğini okuyor.

Ne günlere kaldık yahu?

Vaktiyle birkaç defa kalleş radar pusularına düşürülmüş bir sürücü sıfatıyla bu yeni durumun içimi sızlattığını, hüzünlendirdiğini söyleyebilirim; nerde o eski ceza tahsil kuyrukları, nerde o "sen benim kim olduğumu biliyor musun?"dan başlayıp, "memur bey idare etseniz olmaz mı"ya kadar pörsükleşen sürücü itirazları?..

Şehirlerin giriş ve çıkışlarındaki ticari tabela anarşisi ise aynen devam etmekte; söyleyenlerin yalancısıyım; pek çok Avrupa ülkesinde sürücülerin dikkatini dağıttığı ve çevreye zarar verdiği için yasakmış. Sahi siz hiç yol kenarındaki paslanmış reklam tabelasına bakıp da kalacağı oteli, yemek yiyeceği lokantayı seçen birine rastladınız mı şimdiye kadar?

Farkındayım, "kamyoncu lokantaları"ndan bahsetmedim çünkü onlar tek yazıya sığmayacak kadar ayrı bir âlem. Size sadece böyle bir kamyoncu tesisinin ıvır-zıvır dükkanından aldığım yapıştırma sloganlarından birini aktarmakla yetineceğim; şöyle: "Raporluyum".