Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son on gün içinde dünyanın iki önemli şehrini bu defa farklı bir bakışla inceleme fırsatı buldum: İstanbul ve Viyana. Sizlerle bu dikkatlerimi paylaşmak istiyorum.

İstanbul'un, iki kıtayı birbirine bağlayan stratejik bir şehir olarak ilk sâkinlerine barınaklık yaptığı günlerde Viyana, Tuna kıyılarına öbeklenmiş kasaba benzeri bir manzara arzediyor olsa gerektir. Bir yerleşim yeri olarak Viyana'nın tabii güzelliklerden nasiplendiğini ileri sürmek, hele hele İstanbul'la kıyaslamak haksızlık olur. Tuna nehri hariç tutulursa Viyana, güzelliğini tamamen içinde barınanlarının emeğine borçlu bir belde. İstanbul'da sınırlı miktarda Beyoğlu, Şişli, Nişantaşı civarında tesadüf edilen önceki yüzyıldan kalma görkemli taş yapılar, Viyana'nın neredeyse yarısını kaplamış durumda; hepsi de iyi bakılan, iyi fonksiyon taşıyan stil sahibi binalar. Yüzyıllar öncesinden bu yana başkent vasfı taşıması Viyana'yı saray, bakanlık vesaire gibi kamu binalarından yana âdeta mükemmel bir açık hava müzesi görüntüsüne sokuyor. Mimarlık sanatıyla ucundan kenarından ilgilenen biri için Viyana'da gezmek, başlı başına bir sanat tarihi dersi derecesinde zengin malzeme veriyor.

Bunlar bilinen şeyler; bana yeni bir bakış açısı sunan boyutu -elbette diğer Avrupa başkentleri gibi- Viyana'nın rant paylaşımını çok önceden tamamlamış ve en azından üç asırdan bu yana imar planında milimetre sapmasına izin vermemiş bir şehircilik irâdesine tâbi kalmış olmasıydı. Aynı meseleye bizim zâviyemizden, bilhassa İstanbul çerçevesinden bakıldığında çok farklı ve şaşırtıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz: İstanbul, henüz rantı paylaşılmış bir şehir görüntüsü vermiyor. Viyana'dan daha kıdemli ve yaşlı olmasına rağmen İstanbul hâlâ, her yeni inşaat projesine "niçin olmasın; adamı ve usûlü bulunursa pekâlâ olur" dedirten ve böyle vaadler sunan "fırsatlar şehri"dir. Meselâ, adamını ve usûlünü bulursanız İstanbul'un en nadide, en korunması lâzım gelen tarihî ve tabii güzelliklerinin yanıbaşına, bazen tam üstüne yeni bir otel, bir iş hanı, bir gökdelen, hatta sıradan bir apartman veya site kondurmanız daima ihtimâl dahilindedir. Bu tezi ispatlamak için fazlaca yorulmaya gerek yok; Boğazlarda karşıdan karşıya işleyen şehir yolları vapurlarından herhangi birinden şehrin iki yakasını seyredince, İstanbul'un nasıl hâlâ rantla geçinen zümreleri hırslandırdığını ve nasıl zalimce sömürülmekte olduğunu görebilirsiniz. Galiba bütün dünyada İstanbul kadar güzel ve İstanbul kadar istismar edilmekte olan başka şehir gösterilemez.

Bir başka vakıa ise İstanbul'a oranla Viyana'da, Türkiye'ye oranla Avrupa şehirlerinde sınıf çatışmalarının sona ermiş olduğudur. Batı'da sınıf çatışmaları, bize göre en azından birkaç asır önce tamamlandı ve dengeler kuruldu. Batı medeniyeti ve düzeni Burjuvazi'nin hâkimiyetiyle sonuçlanan uzun sınıf savaşlarını tamamlamış bulunuyor; din savaşları sona erdi, sermaye ve işçi sınıfı arasındaki çatışma dindi; karşılıklı dengeler tesis edildi. Batı'da kimse devletin değişmez niteliklerini, yargının bağımsızlığını, güçler ayrılığı prensibinin ihlâlini izzetinefis meselesi yapmaya kalkışmıyor. Laiklik batıda tartışılan değil, kimseleri rencide etmeden uygulanan bir yönetim tekniği ve elbette Avusturya gibi bir ülkede kimse, Avusturya ordusunun genelkurmay başkanının kim olduğunu, ne yaptığını, iktidara bakışını bilmiyor, merak bile etmiyor.

Elbette ki batı âlemi bu gibi çatışma maddeleriyle bizden çok önce yüzyüze gelip ödenmesi gereken mâliyeti ödedi ve bu gibi şeyler artık siyasetin ve kahvehane dedikodularının malzemesi olmaktan çıktı.

Türkiye'de yaşanan siyasi bir kriz gibi görünmesine rağmen aslında bir sınıf çatışmasıdır. Türkiye'yi yönetmek konusunda ezelden imtiyazlı olduğunu ileri süren yönetici sınıf (bürokrasi) ile, orta ve aşağı sınıftan gelen insanlar, yani köylüler ve küçük burjuvalar çatışma hâlindeler; bu çatışma küçük ve kısa süreli uzlaşma dönemleri -iki darbe arasındaki sakin on yıllar- haricinde hayli sert cereyan ediyor ve bürokratik sınıfın kırıcı ve acul müdahaleleri ile devam ediyor. Ordunun bu çatışmadan kendini bürokratik sınıf içinde mevzilendirmesi elbette ki çok talihsiz bir pozisyondur ve silahlı gücü kontrol eden bürokratların, kendi sınıflarının mücadelesinde orduyu, hatta yargı mekanizmasını devreye sokmaktan çekinmemeleri, çatışmanın sahiciliğine işaret ediyor.

Ne var ki bu gerginlik kamuoyuna, devletin temel nitelikleriyle ilgili bir ideolojik kamplaşma olarak takdim edilince, meselenin sınıf çatışması boyutu görünmez hâle geliyor ve gerçek anlamından uzaklaşıyor; bu yüzden problemi görmek ve çözüm üretmek noktasında bile bile bir zihin karışıklığına uğratılıyoruz.

Bu dengesizliğin şehir hayatına akseden kısmını gözle görebiliriz: Şehirlerimiz, başta İstanbul olmak üzere hâlâ yapılanma, yani delikanlılık dönemlerini yaşıyor ve bu yüzden şehirlerimizde "düzen" fikri neredeyse yok gibidir. İçme suyundan enerji ihtiyacına, trafiğin işleyişinden imar planlarına, inşaat kalitesinden park yeri ihtiyacına kadar aklımıza gelebilecek her meselede şehirlerimiz şiddetli bir düzen ihtiyacı içinde; düzen yok değil fakat düzensizlik daha çok hissediliyor; çünkü yeni yeni oluşmaya başlayan şehirlerde bütün sınıflar bir üst sınıfa yükselebilmek için canhıraş bir gayret içinde; kâğıt üzerinde mevcut gibi görünen kurallar (kanunlar, anayasa hükümleri, yönetmelikler vb.) bu yüzden sonuna kadar esnetilmekte, torpil, rüşvet, kayırmacılık, tehdit, kaba güç kullanımı, işgal gibi akla gelen ve gelmeyen her yol denenmektedir.

Viyana'nın sıkıcı derecedeki rahatlığı, düzeni ve sükûneti, Avusturyalıların bizden daha akıllı, becerikli ve çalışkan oldukları anlamına gelmiyor; oradaki hesaplaşmanın tarihi bizden çok daha eski tarihlere dayanmasındandır; bu yüzden Avusturya'da yaşayan Türklerin bile pek farkında olmadan sahiplendiği hatta bir gurur hissesi dahi çıkardıkları o, "bizim Avusturya'da işler böyledir" cümlesinin anlamı belirginleşiyor; orada kavga sona ermiş, çatışma tamamlanmış, rant ve pozisyonlar paylaşılmıştır. Batı Avrupalılar işte bu yüzden çevre kirliliği, uyuşturucu, nüfusun yaşlanması, doğum oranlarındaki düşme veya nükleer enerjinin yan tesirleri gibi bize pek garip, hatta ertelenebilir gibi gelen tâli meseleleri ciddiye alıyorlar.

Uzaktan sükûnet gibi görünen bu durumu, atâlet, durağanlık ve hatta yaşlı Avrupa medeniyetinin artık uzun bir istirahat ve gerileme dönemine girdiği fikriyle izah edenler de var; bu açıdan bakılınca içine girmek için can attığımız Avrupa Birliği, yorgun Avrupa kıtasının son medeni hamlesi gibi de yorumlanabilir.

Sınıf mücadelesine gelince; böyle maçları neticede bürokrasinin kazandığını henüz tarihler yazmış değil.