Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ortalık bulutlu ama havada bahar dallarını hatırlatan bir râyiha geziniyor; "belli, kar yağacak" demeye kalmadan hazret teşrif ediveriyor. Kuşluk vakitleri. Gazete almaya giderken bir ahbapla merhabalaştık.

-Hayırdır, ne işin var bizim mahallede?

"Ne işin var bizim mahallede", çocukluk günlerimizin şehir hukukunu anıştıran bir lâtife. Arkadaşın biri vaktiyle evini taşıyıp mahalle değiştirdikten birkaç ay sonra yeniden eski sokağından geçerken mahallenin sarhoşu çevirmiş yolunu, yakasını destelemiş,

-Niye göçtün maalleden?

Mahalleden göçmek, kültür dairesini değiştirmek, eski değerleri inkâr etmek mânâsında; "ne işin var bizim mahallede?" sorusu ise, "aslında ait olmadığın bu yerde bulunmak için hangi olağanüstü sebebin var?" makamında bir sorgulama.

-Çocuğu kursa bıraktım da eve dönüyorum, diyor.

El kadar sabîleri cumartesi-pazar sabahın köründe kurslara yolladığımızı görenler, "bunlar eğitime çok önem veriyorlar" diye düşünür; öyle midir?

-Ne kursu bu?

İngilizce kursuymuş; eh, pekâlâ. Üstüme lâzım değil, belki gevezelik kabilinden bir sual ama duramıyorum işte,

-Kaç yaşında yeğen?

-Yedi yaşında, ellerinden öper!

Biliyorum üstüme vazife değil; biliyorum, bildiğimi babası da biliyor ama dayanamıyorum,

-Çok erken değil mi; yanlış bir şey!

"Üstüme varma" makamında aynı meseleyi daha önce de hatırlattığımı söylüyor. Sıkılma sırası bana geçiyor. "Zaman kötü oldu canım" diye bir şeyler geveleşip ayrılıyoruz.

Yedi yaş bu. Sabî daha kendi ana dilini zihninde inşâ etmekle meşgul. Bazı sporlarda başarılı olmak için erken davranmak gerektiği mâlum ama bir başka yabancı dil? Yedi yaş yeni anlayışa göre eğitime başlangıç zamanı (eski usûlde beş yaşında başlanırdı). Alfabe öğrenilecek yaş, yabancı dil değil. Ebeveynin hassasiyetini anlayabiliriz, evlâdı için en iyi geleceği hazırlamak endişesiyle aile bütçesi zorlanarak bu imkân araştırılmış olsa gerektir. Yabancı dil öğrenecek daha çok zaman ve fırsat olduğunu bilirler ama birisi, "aa gecikmeyin kardeş" diye ikaz etmiştir.

Fakülte son sınıfa gelmiş öğrencilerin çok mühimce bir kısmı Türkçe kompozisyon yapamıyorlar; kompozisyondan geçtik A4 büyüklüğündeki bir kağıdı kullanmayı bile bilmiyorlar. Boşluk korkusu mu nedir, kâğıdın en solundan en sağına kadar yampiri satır düzeninde kargacık burgacık, dağınık bir fiziki kompozisyon ve bu hâl ile mütenâsip bir ifade fukaralığı. İçlerinde en yaman okuyucunun zevki, market kitaplarının üstüne nâdiren terfî etmekte; ders haricinde şahsına ait kitapların sayısı elliyi geçenler parmakla gösteriliyor. Ömrü kursla geçen çocuklar bunlar. Ana okulunu da katarsanız 20 yaşındaki bir gencin eğitim kariyeri 17 seneyi buluyor. Rakam ciddi, netice?.. "En azından İngilizce biliyor ama çocuk!" diye sevinebilir miyiz? Ne gezer! Ana dilini bilmediği halde kendinde İngilizce'den çeviri yapacak salahiyeti görenlerin âsârı meydanda.

Olmuyor, yedi yaşından itibaren çocuğa Türkçe'yi yasaklayıp sadece İngilizce solunan bir ortamda yetiştirmek bence daha tutarlı; â'rafta kalıp her iki dünyadan da olacağına kendisini Anglo-Amerikan bir iklimde daha iyi ifade edebilecektir en azından. Zaten sıbyan çağında çocuğu elinden tutup İngilizce kursuna yazdırmanın mânâsı da onu, geleceğin Anglo-Amerikan dünyasına adanmış bir genç olarak yetiştirmek değil midir?

Türkçe'nin bu kadar aşağılanması (fiilen öyle çünkü), yarının dünyasında Türklerin var olma imkânını "kariyerizm" uğruna rehine vermektir. "Rehin" deyişim nezaketten, zihnen müflisin rehnettiği şeyin geri döndüğü nerde görülmüştür?

Bu bir açmaz değil; daha düne kadar Türkiye'nin en iyi çeviricileri, Türkçe'yi çok iyi bilen, konuşan ve yazan insanlardı; o tecrübeyi niçin görmezden geliriz?