Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ömründe fayton ve araba atından başka at görmüş müdür bilmem ama benim gördüğüm ilk at yarışı fanatiği oydu; Fikri"yi tavsiye eden ahbab, "eli ağırdır ama düzgün çocuktur" demişti. Ufak-tefek, sırım gibi bir delikanlı geçkiniydi. Ahbablığı ilerletince "eski kulağı kesikler" liginde bir müddet top koşturduğunu fark edebiliyordunuz; üslûbu da öyleydi zaten; bugünlerde mafyalı dizilerde oynayan yardımcı erkek karakterler gibi konuşuyordu.

Eli ağırdı dedim ya, hakikaten işini tertipli, mükemmeliyetçi bir sükûnetle icrâ ediyordu. Siz buna "Martta yatıp Abrul"da kalkıyor" da diyebilirsiniz. Olsun; Fikri"nin sayesinde onbeş gün evin içinde kamp hayatı yaşamak zorunda kaldıksa da değdi. Fikri işini onbeş günde bitirdi ama yere bir damla boya damlatmadı; öyle bir şey yaptığında üşenmiyor, merdivenden inip üstüpü ile lekeyi uzun uzun siliyordu.

Her gün saat üç sularında "tutarga"sı tutuyordu Fikri"nin; ilk gün, "mühim bir sözüm var; onbeş dakikada gelirim" deyip bisikletine atlayarak kayboldu ama onbeş dakika sonra yine işinin başındaydı. Sonraki günler, saat dört sularında "sizin televizyon TRT 3"ü çekiyor mu?" ayağından yarışları yan gözle dikiz etmeye başladığında vaziyeti az buçuk anlamıştık. İlk hafta biterken artık at yarışı konusunda iyice yüz-göz oluvermiştik bile. Sekizinci gün aniden,

-İki milyon versene, dedi. Parayı o kadar kendinden emin bir ifadeyle istemişti ki, "ne yapacaksın, ne parası bu" diye sormak aklımdan bile geçmedi. Bir çala nalbur dükkânına seğirtip sentetik tiner veya fırça alacak zannıyla parayı uzattım,

-Ortağız, dedi. "Ne çıkarsa yarı yarıya"

O zaman anladım ki, istemeyerek de olsa at yarışı sektörüne adım atmak üzereyim. Rica minnet (çünkü fevkalade onurlu ve prensip sahibi bir adamdı) bu işe ortak olmak istemediğimi, zararını sineye çekmeye hazır olduğumu ama kârın tamamen ona ait olması gerektiğini izaha çalıştım. Evvela anlayamadı. Dedim ki, "senin prensiplerin var; bu da benim prensibim; kazanç senin, zarar benim; beni bu işe bulaştırma."

Neticede uzlaştık; hatta, altılı kuponunu vezneye yatırması gereken saatte işe onbeş dakika ara vermek yerine bu işi bizim delikanlılara yaptırabileceğimi de kabul ettirdim; ki bu nokta benim için değil, onun için bir feragat meselesiydi. Artık yarış saati yaklaştığı zaman işe evcek ara veriyor, TRT 3"ün kulağını kıvırıp atları seyrederken ikindi çayımızı içiyorduk.

O zaman şu soruyu sordum Fikri"ye: "Atlardan anlıyor muydu, atları seviyor muydu? İmkânı olsa at besler miydi? At kültüründen haberdar mıydı?"

-Yoo, dedi; işin bahs-i müşterek kısmıyla ilgiliydi daha ziyade. Yarış oynatılan yerlerde hangi atın iyi hangisinin "düpedüz eşşek" olduğunu bilen ahbapları varmış; onların verdiği kanaate göre kuponu doldurup merak içinde yarışı seyrediyordu.

"Eh üç beş kuruş aldık ama verdiğim paraya göre devede kulak" diye izah etti yarış aşkının kâr-zarar bilançosunu. "Büyük oynayacaksın ki büyük kazanasın; bizimkisi gönül eğlendirmek işte."

Yarış hastalarıyla atlar arasındaki ilgisizliğe o günden beri hayret etmişimdir. O günden sonra gazetelerin at yarışı sayfalarına daha bir dikkat etmeye başladım; onlar da bizim Fikri gibiydi. At sevgisi, at kültürü ile o zengin bahislerle sayfalarını zenginleştirmek yerine kuru yarış listeleri vermekle yetiniyorlardı. Futbolseverlerle futbolcu arasındaki o abartılı ilgi ve bilgi ilgisi yarış meraklılarında yoktu. At bir tarafa, kantarda elli kilo çekenin spor hayatına bitti gözüyle bakılan jokeylerle de ilgilenmiyorlardı.

İşin biteceği üç aşağı beş yukarı belli olunca artık askerlik hâtırası tokuşturacak kadar senli-benli olmuştuk. İnşaatın beşinci katından düştüğü halde nasıl ölmediğini o günlerde anlattı:

-İskelede çalışıyorum; birden ayağım boşa geldi. Güüm tabii. Meğer kum yığının üstüne düşmüşüm..

-Ee, sonra?

-Sonrası, zıpladım kalktım ayağa!

"Zıpladım kalktım ayağa" cümlesi, Fikri işini bitirdikten çok sonraları bile bizim evde sık sık tekrarlanan bir darb-ı mesel oldu. Sadece o değil, vaktin birinde mobiletle sürat yaparken hareket halindeki kamyonun iki tekerinin arasına girecek olmuş. Hafazanallah, neredeyse yüzde yüz ölüm!

-Ee sonra?

-Sonrası zıpladım kalktım ayağa; mobilet haşat tabii!

Fikri ertesi sene bir başka yakınımızın boya işlerini üstlendi ama nedense bizdeki randımanı tutturamadı. Dış cephesi kuzeye bakan bir duvarı tam üç kere macunlayıp dört kere de boyadıysa da lekeleri gideremedi ve karizmayı fena halde çizdirdi.

Şöyle okkalı bir "altılı" tuttursa haberim olurdu. Fikri hâlâ boya badana sektöründe "yevmün cedid, rızkün cedid" hesabıyla çalışıp kazandığı üç kuruşun birini, yakından görse birbirinden ayırt edemeyeceği atlara yatırmakla meşgul.