Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Aziz Nesin’in ünlü romanı “Zübük”ün müzikal komedi şeklinde sahneye konulacağı haberini okuyunca gülümsedim. Genç kuşaklar Zübük’ü, Nesin’in romanından ziyade 1980’de Kemal Sunal’ın canlandırdığı filmden hatırlar ve eserin kahramanını hayalî bir karakter zannederler. Oysa ki Zübük, gerçek bir kişidir.

Önce yaşadığı ilçenin belediye başkanı, daha sonra milletvekili olarak Türk siyasetinin unutulmaz karakterlerinden birini teşkil eden Zübük, 1982’de vefat etmişti.

Avukat Turhan Akça’nın henüz yayınlanmış hatıralarında yazarın Zübük’ü nasıl tanıdığını hikâye eden bölümü, işte bu sebeple sizlerle paylaşmak istedim. Kahramanın gerçek adını, tarihi bir hatıraya saygı saikiyle kapalı tutuyorum; eminim ki anlayışla karşılarsınız.

Aziz Nesin, 1958 yılında Sivas’a gelmişti. Ben o zaman mahalli Doğuş gazetesine yazıyordum. Nesin, henüz asfalt yapılmamış o tozlu yollardan üstü başı toz içinde döner ve akşamüzerleri gazete idarehanesindeki sohbetlerini dinlerdik. Sonra öğrendik ki Aziz Nesin, meşhur “Zübük”ün malzemesini toplarmış.

Ellili yıllarda Zübük hakkında çokça hikâye dinlemiştik, hepsi bin bir entrikayla dolu bu hikâyelere her defasında bir yenisi eklenirdi. Kısaca söylemek gerekirse bu bölgede Zübük’ü ve maceralarını bilmeyen yok gibiydi.

Takip eden yıllarda Nesin’in Zübük romanını defalarca zevkle okuduk. Daha sonraki dönemlerde Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı Zübük filmini televizyondan defalarca izledik, hâlâ zevkle seyrediyoruz.

Peki, bu Zübük romanının ilham kaynağı, asıl kahramanı kimdi; hakkında öyle şeyler anlatılıyordu ki insan ister istemez “Yok canım, bu kadar da olmaz” diye düşünüyordu.

Zübük’ün zübüklüğünü devam ettirmesi için ona inanan ve yaşatan bir halk kitlesi olması gerekirdi; demek ki böyle bir kitle vardı.

ZÜBÜK’Ü ZİYARETE GİDİYORUZ

Yıllardan beri sağdan soldan duyduğumuz bu hikâyeler, ardından Nesin’in meşhur Zübük romanı, bende Zübük’ü birebir görüp tanımak arzusunu doğurdu. İki arkadaşımla birlikte Zübük’ü ziyaret için yola koyulduk. Bir taraftan da, “Bir insan bu kadar mübalağalı bir oyunlar serisi hazırlayamaz, vatandaşı da bu şekilde devamlı aldatamaz” diye sohbet ediyorduk, çünkü Zübük’ün zübüklüğünü hâlâ sürdürdüğü söyleniyordu.

Zübük’ün yaşadığı ilçeye gittik, mekânını sorup bulduk. Binanın müstahdemi görünüşünde bir şahıs giriş kapısının eşiğinde ayakta, eli arkasında beklemekteydi.

Bu şahsa (Tabiî ki Zübük diye değil, gerçek ismiyle!) şahsın adını vererek orada olup olmadığını sorduk. Bizleri dikkatle süzdükten sonra ciddiyetle,

-Kendisi yukarıdadır diye cevap verdi.

Binanın ikinci katında üzerinde kocaman levhası olan odaya girdik, fakat ne görelim; kapıda bizi karşılayan, müstahdem sandığımız şahıs masasının başında oturuyor!

“Zübüklük başladı herhalde” diye düşündük içimizden. Kendimizi tanıttık.

Kimlerin oğlu olduğumuzu öğrenince babalarımızı o kadar methetti ki bir noktadan sonra rahatsız olduk diyebilirim.

Sonra sohbet başladı, bizlere ikramda bulundu. Lâf koyulaştıkça adam hakkında anlatılan şeylerin çoğu uydurma diye düşünmeye başlamıştık. Konuşması düzgün, kibar, mantıklı, sevecen bir insan vardı karşımızda ve sohbeti de çok kaliteliydi.

Ancak bir noktadan sonra perde açılmaya başladı:

Zübük bir vesile ile kendini anlatırken; “Ben bu konuda Londra, Paris, New York, Tokyo, Berlin gibi yerlerde incelemeler yaptım” diyerek pek çok örnekler, rakamlar veriyor, yönettiği mütevazı kurumun bunların çok ilerisinde olduğunu, nitekim kendisini özellikle ziyaret ederek bilgi ve becerisinden istifade ettiklerini, civar il ve ilçelere yardım ve örnek olmasının ise yıllardan beri en üst düzeyde ve rutin olarak devam ettiğini söylemesi üzerine o ana kadar terbiye icabı ne kadar kendimizi sıkıp, bozuntuya vermemek için yanağımızı ısırdıysak da bir yerden sonra üçümüz birden makaraları koyverip katılırcasına gülmeye başladık!

Öyle bir psikolojik ortama girmiştik ki davranışlarımızı kontrol edemiyorduk. Bu durumda en iyisi müsaade alıp derhal orayı terk etmek olurdu herhalde...

Zübük, bizim katıla katıla gülmemizi hiç görmemiş, böyle bir şey hiç olmamış gibi konuyu değiştirip olgunluk gösterdi, “Hayır katiyen bırakmam akşama misafirimsiniz, kuzu yedirmeden katiyyen olmaz. Gece de misafirimsiniz” diye ısrar etti. Biz ise nezaketle mazeretler gösterip oradan başka yere geçeceğimizi, bizi bekleyenlerin olduğunu söyleyerek kendisini nihayet ikna ettik veya ikna edilmiş gibi göründü.

Dişimle yanağımı sıkmaktan büyük acı duymama rağmen katılarak gülüyor ve bir an evvel orayı terk etmek istiyordum. Arkadaşlarım, gülmekten de öte, kontrol edilmez bir şekilde uğunuyor, oradan hemen ayrılmak istiyorlardı...

-O zaman 5 dakika oturunuz. Sizin yol emniyetinizi almadan göndermem. Sizler bana emanetsiniz, gibi gayet iltifatkâr, koruyucu rolünde sözleri nefes almadan peş peşe sıralıyordu. Halbuki terörün, yol güvenliği ile ilgili sıkıntıların henüz gündemde olmadığı yıllardayız; yol güvenliğinin ne olduğunu anlamakta zorlandıksa da, mecburen biraz daha oturduk.

Zübük hemen telefonla ilgili dairenin âmirini arayıp bizlerden, babalarımızdan ayrı ayrı bahsetti. Kendisinin bizleri akşam için davet ettiğini fakat mâzeretimiz sebebiyle başka bir yere gideceğimizi, bunun için yol emniyetini, yolun bozuk olup olmadığını, yaz ortası olmasına rağmen yağmur yağıp yağmayacağını sorup heyelân, göçük ihtimâli olup olmadığını birer birer sordu.

Konuştuğu yetkiliyle pek samimi olduğunu, yani kendisinin bu şahıs tarafından çok sayıldığını belirtmek için, esasen ciddi konuşulması gereken bu şahsa gayet laubâli hitab ediyordu ve artık üçümüzde de dişle sıkacak dudak ve yanak kalmamıştı. Bir an evvel Zübük’ten kurtulmak istiyorduk. Zira artık gülmelerimiz resmen krize dönüşmüştü.

Bizi yine de binanın çıkışına kadar yolcu etti, arabamızın yanına geldi, orada da ailelerimiz, babalarımız ve bizler hakkında son bir nutuk çekip, daha bir hafta önce görüşüp konuştuğu, hatta şakalaştığı babalarımıza selam ve saygılarını iletmemizi, onları kuzu yemeye davet ettiğini sıkı sıkıya tembih ettikten sonra (Ki o tarihte bizlerden ikimizin babası rahmetlik olmuştu!) “Haydi yolunuz açık olsun” diye bizleri yolcu etti.

Kısa süre sonra haliyle gülme krizimiz geçmişti ama dudak ve yanağımızın içi kanıyor ve ağrıdan zonkluyordu. Bir çeşme başında durduk, kendimize gelmek için elimizi yüzümüzü yıkadık.

Ve hep birlikte şöyle dedik; “Aziz Nesin, sen az bile yazmışsın!”

Ve yine tekrarladık ki; Zübükleri besleyen ortam oldukça, Zübükler de hiç eksilmeyecektir!

KRALİÇE İLE DENİZALTIDA

Zübük, milletvekili iken sık sık seçim bölgesine gelmekte ve kendisine çokça kişinin davet edildiği ziyafetler verilmektedir. Zübük bu ziyafetlerde yeni yeni zübüklüklerini ciddiyetle anlatırmış. İşte bunlardan biri:

Yakın bir ülkenin kralı ve kraliçesi Ankara’dan sonra İstanbul’da misafir edilmektedirler.

Genç ve güzel kraliçe Boğaz’da gemi ile bir gezi arzu eder. Bunun üzerine o günlerde Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilen Umur Motoru hazırlanır.

Motorda misafir kral, kraliçe, Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, bazı bakanlar, Genelkurmay Başkanı ve tabiî ki Başbakan Menderes’in daima yanında görmek istediği(!) milletvekili olarak sadece Zübük vardır.

Gezi başlar, Boğaz’ın müstesna güzelliği karşısında misafirler hayranlıklarını ifade ederler. O sırada donanmamıza mensup bir denizaltı Karadeniz’e doğru seyir halindedir. Genç ve güzel kraliçe, denizaltının içini merak edince, Bayar hemen Genelkurmay Başkanı’na bu isteği iletir; bir müddet sonra emri alan denizaltı, Umur Motoru’nun açığında ağır yol seyre başlar. Mürettebat, güverteye çıkıp misafirleri, devlet erkânını selamlar. İşte bu ara misafir kraliçe nezaketle,

-Acaba denizaltının içini görebilir miyim?” diye sorar. “Elbette derhal” cevabı verilir fakat kraliçeye bir kişinin refakat etmesi gerekmektedir. Tabii bu işe bizzat Başbakan, Zübük’ü görevlendirir!

Zübük’le kraliçe denizaltıya girerler. Kapak kapanır ve denizaltı dalışa geçer...

Zübük, “Hikâye burda biteer” mânâsında susunca heyecanla dinleyen ziyafettekiler merakla atılarak Zübük’e sorarlar;

-Eee... Sonra sonra?

Zübük, dünya çapındaki Kazanova edasıyla kasılarak cevap verir:

“Canım artık gerisini de sormayın!..”

MASANIN ALTINDAN BAŞBAKAN’A PARA

Zübük, henüz milletvekili iken seçim bölgesine her gelişinde şerefine tertiplenen çok misafirli davetlerde, başından geçenleri anlatmayı pek severmiş. İşte onlardan biri...

Başbakan Adnan Menderes, bakan arkadaşlarının bir kısmı ile birlikte akşam Gar Gazinosu’na gider. Ellili yılların Ankara’sında Gar Gazinosu programlarıyla, servis kalitesiyle, özellikle yabancı revü gruplarının gösterileriyle hakikaten tercih edilen farklı ve şık bir mekândır.

Zübük’ün anlatımına göre, Başbakan’ın hiç yanından ayırmadığı(!) Zübük de davetliler arasındadır.

Gar Gazinosu’nun programı zevkle izlenir; servis, yemekler fevkaladedir; masadaki sohbet de çok seviyeli ve nezihtir ve artık gazinodan ayrılma zamanı gelmiştir.

Hesap istenir(!), başgarson Başbakan Menderes’e hesap pusulasını takdim eder(!) Fakat ne var ki Menderes yanına para almamıştır(!). Hemen Zübük’ün yüzüne bakar.

Zübük varken başkasının yüzüne bakacak değil ya… Koskoca Başbakan’ı mahcup etmemek için masanın altından bir deste parayı Menderes’e uzatır Zübük.

Bu hikâyeyi dinleyenlere Zübük, vaziyeti şöyle izah eder: “Memleketin başvekilini orada mahcup mu edecektik yani?”

..

Elbette dinleyenlerden kimse çıkıp, “Devlet erkânına, sıradan müşteri gibi davranılmaz; hele ki bir Başbakan’ın eline şef garson hesap pusulası tutuşturamaz” demeyi akledemez; çünkü gariban vatandaş bunları bilmez.

Kaldı ki anlatılanların hepsi Zübük’ün kendisine pay çıkardığı uydurma senaryolardır…