Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bazılarının 12 Eylül'ü ve ardından gelen Turgut Özal dönemini yakın Türk tarihinde bir milât gibi sunması beni hep rahatsız etmiştir. 12 Eylül bir askeri darbe idi; en geniş kapsamıyla bir devlet operasyonu. Lâçkalığın, hortumculuğun, gayrı milliliğin bu dönemle birlikte hız kazandığını ileri sürmek, kabahati görünmez hale getirmekten başka şeye yaramıyor. Ne Özal, ne Kenan Evren ne de bir başkası insanların tabiatını kararlarıyla değiştirecek kadar etkili olamazlar.

Benim açımdan 12 Eylül, zihnimizde iyice kristalleştirilip soyutladığımız devletin şaşırtıcı şekilde görünür hale gelmesi anlamını taşır. Gençler için daha anlaşılır konuşalım: Çoğumuza hâkim olan kanaat, vazonun bir daha yapıştırılamayacak derece parçalandığı idi. Siyasi suikast hadiseleri, belli başlı adreslere uğramaktan başka sıradan, hiçbir siyasi özelliği olmayan insanlara da isabet etmeye başlamıştı. Korku içindeydik ve ancak şehrin belirli mıntıkalarında kendimizi emniyette hissediyorduk. Devlet kurumlarına güven neredeyse sıfıra inmiş, bürokrasi, "sizden-bizden" hesabıyla tefrikaya uğramış, ünlü isimleri faili meçhul cinayetlerin nedense hep karanlıkta kalması, neredeyse herkesi potansiyel zanlı hale getirmişti.

12 Eylül darbesinden 20 gün kadar önce Polatlı'daki yedek subay okuluna teslim olmuştum; izinli çıkacağımız ilk gün bölük komutanının içtimâda verdiği öğüdü (siz buna tehdit de diyebilirsiniz) çok iyi hatırlıyorum,

-Ankara'da resmi elbiseyle tek kişi gezmeyin; bu üniforma üstünüzde iken sakın dayak yiyip gelmeyin!

Ayrıntı vermiyordu ama hepimiz neyi kastettiğini anlamıştık. Bir ay kadar önce Gençlik Parkı'nda Harbiyeli öğrenciler saldırıya uğramış ve bu mesele askeri birliklerde çok kötü yankılar uyandırmıştı.

Ankara'nın göbeğinde askeri üniforma ile tek gezen herkesin kendisini tehdit altında hissetmesi ne demektir? Durum buydu işte.

12 Eylül Cuma sabahı ikinci çarşı (yani memleket) iznine çıkmak hesabındaydık ama Kenan Paşa'nın hesabı bizimkine baskın çıktı. O sabah içtimaında darbe haberini Akif Yüzbaşı'nın ağzından duyduk ve Kırıkkale tüfeklerini omuzlayarak Topçutepe'ye piyadecilik eğitimine yollandık. Radyo yok, gazete girmiyor, televizyon açmak yasak, koca taburun bir telefonu var ama kullanmak kimin haddine? "Enterne" edilmenin ne demek olduğunu orada öğrendik. Kimseden haber alamıyoruz, yedek subay adaylarının çoğu şüphe içinde, "aranıyor muyum, tutuklanacak mıyım, evim basıldı mı?"

Darbeden belki on gün kadar sonra bir istirahat molasında Topçutepe sırtlarından Ankara-Eskişehir yolunu seyrediyoruz, arkadaşın biri,

-Bakın bir sivil kamyon! diye işaret etti. O kamyonun bizim için anlamı şuydu: Hayat devam ediyor, her yer hâki değil! O kadar bunalmışız.

Sonradan haftalık izinlerde fark ettik ki şu meşhur ve dindirilmez gibi görünen "kardeş kavgası" pıtt diye kesilivermiş. Ejderha gibi kamu otoritesinin üzerine yürüyen dişli sendikalar, örgütler bir gecede yelkenleri suya indirivermişler. Polis ve asker dilediğini toplayıp nezarete götürüyor. Çıkabilene aşkolsun; bir ara gözaltı süresini -yanlış hatırlamıyorsam- dört aya kadar çıkarmışlardı. Aylar boyunca radyo haberlerinin ardından verilen "aranan şahıslar" listesini endişeyle dinledik durduk.

Biz sağ-sol kavgasını önlenemez, yatıştırılamaz sanıyorduk; meğer film gibi bir şeymiş. Makinist şalteri indirince film bitiyor, ışıklar yanıyor ve kapıları tutmuş görevliler fazlaca taşkınlık edenleri topluyorlar.

Bu gerçek bizim kuşağı fazlaca "komplocu" yapmıştır. 12 Eylül'de kavganın kesilmesine sevindik ama on sene boyunca kardeşi kardeşe kırdıranları hatırlayınca hiç de güzel şeyler düşünmüyoruz. Allah mazlumların âhını yerde komaz elbette.

Kıssadan hisse; şu "film" benzetmesini hafife almayınız; bu memlekette ne zaman ışıkların yanacağı belli olmaz.