75. Yıl Marşı ve "naftalin" meselesi

Musiki ilminde de şüphesiz mazbut bir târif vardır ama benim neslim için marş, müştereken var olmayı hissettiren, aidiyet ve "biz" duygusunu pekiştiren, tutunduğumuz dünya görüşünü ana hatlarıyla da olsa tahkim eden bir parola yerine geçiyordu.

Şimdiki gençlik kuşağının bir araya geldiklerinde, "marş"larla hemhâl olmak yerine popüler müzik parçalarını terennüm etmelerini küçümsemiyorum, hattâ dünyâ görüşlerini sağla sol arasında parçalanmış siyâsî semboller taşıyan marş edebiyatı ile ifâde etmek çâresizliğine düşmedikleri için bu ahvâlin uzaktan uzağa hoşuma gittiğini de söyleyebilirim. Başka bir şey söylemek istiyorum; ben, "marş" denilen musiki formunu severim. "Biz" hissini musiki lisâniyle bu kadar kolay aksettirebilen başka bir musiki formu yoktur çünkü; işbu vasfından ötürü bütün marşlar, topluluk tarafından koro halinde söylenmeye müsâit bir seyirle bestelenirler. Bütün marşların usûlleri, "yürüyüş kararını", yani "düm—tek" vezninin basit ama etkili âhengini takib eder. Güfteleri ise genellikle imâ ettiği fikri doğrudan ifâde eden, güçlü söz örgüleriyle bezenmiştir. Ve nihâyet bir marş, müzik bilgisi ne kadar kıt, icrâ kabiliyeti ne kadar elverişsiz olursa olsun herkesin icrâ etmekte eşit derecede hak sahibi olduğu bir formdur.

Marş edebiyatının gözden düşmesi, biraz da toplum yapımızdaki ferdiyetçi eğilimlerin güçlenmesi ile izah olunabilir. "Biz" zamirinden önce "ben" diyebilmenin önemini kavramış insanlar için marşlar ne müzikal yapısıyla, ne de taşıdıkları mesajla birinci derecede bir câzibe unsuru teşkil etmezler. Onlar, "biz"i seslendiren nağmelerden önce "ben"i izah eden seslerin tabiatını anlamaya çalışırlar.

Fakülte yıllarında kantin masalarını yumruklaya yumruklaya söylediğimiz mehter marşlarından sonra askerlik dönemimiz yine marşlarla iç içe geçti. Askerî marşlar içinde en çok "Gürler zaferin terânesiyle / Coşkun sesi bir topun derinden derine / Bir hükmün gazanferânesiyle / Şimşekler çakar şarapnelinden" sözleriyle başlayan Topçu Marşı'nı sevdim; hâlâ severim. Yedeksubay Marşı'nı pek tutmasak da Sakarya ve özellikle Mülkiye Marşı da favorilerimiz arasındaydı. Sabah sporlarında 3. topçu bataryası ile beraber Tatvan'ın Sorgun kışlasının tozlu yollarında koşar adım marş söylemenin ve söyletmenin keyfini de hâlâ hatırlıyorum.

"Müjdeler var yurdumun toprağına taşına / Erdi cumhuriyetim elli şeref yaşına" sözleriyle başlayan "50. Yıl" marşını, 1973 yılında henüz bıyığı terlememiş genç üniversite talebeleri olarak heyecanla söyler ve dinlerdik. Sözleri, kıymetli şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan'a ait olan bu marşın bestesi de pek güzel ve koro halinde icrâ edilmeye müsait idi. 10. Yıl Marşı da özellikle güzel bestesi ile sevdiğimiz marşlardandı.

Cumhuriyet'in 75. yılı için el'an bütün milletin yüreğini kıpır kıpır ettiren, dilden dile gezinen bir marşın yazılamamış olması hayli dikkat çekici. Türkiye'de müzik piyasasını sarsacak ölçüde kabiliyet gösteren pekçok bestekârın 75. yıl için güzel bir marş bestelememiş olmasını nasıl yorumlamalıyız? Ortalığa "75. Yıl Marşı" diye sürülen naftalin kokulu besteleri beğenmemekte haklıyız; konservatuar naftalini, tek parti naftalini kokan bestelerden bahsediyorum. İyisiyle kötüsüyle devletimiz 75 yaşına ermiş; bu bir mürüvvettir, bu bir gurur vesilesidir. Peki bu mürüvveti ve gururu, 60 milyon insanı heyecanlandıracak bir tarzda ifade edebilen sanatkâr nerede? Bir Sakarya Marşı'nın veya bir Topçu Marşı'nın 20 yaşındaki gencecik Mehmetçikleri bile kendi havasına sarıp bürüyüveren o "yerli" âhengi nerede?

Bana öyle geliyor ki bu onurlu vazife işin tâ başında milletin nabzını elinde tutan arabesk bestekârlarımıza verilmiş olsaydı, el kadar çocuğun "bir dakikada" yapıverdiği, "filizlendi çağdaşlığın durduramam / devam.. devam.. devam.." gibi zoraki sözlere koşulmuş zoraki besteler yerine daha iyi eserlerle karşılaşabilirdik.

Marş deyip geçmemeli; bestelemek belki kolay ama millete mal etmek göründüğünden de zor.

Şöyle sıradan bir vatandaş gibi

Dünyanın her yerinde ve her zaman devletin iki temel vazifesi vardır: Adâlet dağıtmak ve güvenliği temin etmek. Devletin başka fonksiyonları da var şüphesiz ama adâlet ve güvenlik "ahd"ini yerine getiremeyen bir devletin diğer vazifelerini yerine getirmesi göze görünmez bile.

Bu yılın başlarında devletin yetkili ağızları yine aynı beyânatları verdiler; "terörün beli kırıldı, bölücü örgüt dağılmak üzere vb." Doğrusu bu beyanları haklı gösterecek gelişmeler de yok değil. Ama ne olduysa oldu, terör örgütleri yine yol kesmeye, araç yakmaya, bîgünah insanları arabalarından indirip katletmeye, hattâ umarsız kaldıkları yerde tavuk çiftlikleri basmaya, koyun sürülerini telef etmeye kadar vardırdılar işi. Yaz aylarında doğu ve güneydoğu Anadolu başta olmak doğu ve orta Karadeniz'i orta Anadolu'ya bağlayan şehirlerarası yollarda ürküntü verici miktarda terör hâdisesi vukû buldu.

Resmen ifâde edilmemekle birlikte can korkusuna düşen yolcuların kulağına fısıldanan tedbirler şunlar: "Tâli yolları tercih etmeyin, kritik yerlerden gündüz gözü ile geçmeye bakın". Bu tavsiyelerin ne kadar ciddiye alınması gerektiğini, sayın devlet büyüklerimizin bu mıntıkada tercih buyurdukları seyahat alışkanlıklarını yakından inceleyerek anlamak mümkün. Muhterem devlet büyüklerimiz bu bölgelerde seyahat etmek gerektiğinde helikopter veya uçak gibi araçları tercih ediyorlar. "E canım devlet adamıdır, köy minibüsüyle gidecek hâli yok ya" diyebilirsiniz ama durum öyle değil; evet, devlet adamlarının seyahatlerinde bazı imtiyaz ve devlet imkânlarından faydalanması tabiidir ama bu durum ancak ülkenin bütün yolları aynı derecede güvenilir kılındığında göze batmaz. Sıradan insanların yollarda katledildiği, sorguya çekildiği, soyulduğu bir ortamda devlet büyüklerinin aynı mıntıkayı "havadan" katettikten sonra "terörün belini kırdık, artık kıpırdayamazlar" diye konuşmaları en hafif tâbirle inandırıcı olmuyor.

Meselâ sayın başbakan sözü edilen mıntıkalarda bir yerden bir yere gitmek için helikopter veya uçağa binmeksizin, konvoyuna eskort ve güvenlik timleri almaksızın, sıradan insanlar gibi şahsî otomobiline eşini, çocuklarını bindirdikten sonra akşam saatlerinde yola çıkmayı göze alabilir mi? Bu sualin samimiyetle cevaplandırılması gerekir. Eğer sayın başbakan, "Elbette niçin olmasın; ülkemizin bütün yolları ve her yeri 24 saat boyunca güven altındadır" diyebiliyorsa bu güven hissini bütün vatandaşlara telkin etmek için böyle bir seyahate bizzat çıkmalıdır. Eğer böyle bir seyahati göze alamıyorsa, şu esnada o yollarda risk altında yolculuk yapan vatandaşlarını rahatlatmak için işin gereğini yerine getirmelidir. Bu teklif sadece başbakan için değil, devlet adına konuşan bütün yüksek kamu görevlileri için de geçerlidir. "Bunca mühim işin arasında şimdi bu seyahatin sırası mı?" diye kaytarmaya kalkışacakları ikaz etmeliyiz ki, evet, vatandaşlara güven hissi telkin etmek, devlet adamlarının en öncelikli ve en mühim işidir. Yüzde 1 raddesinde olsa bile, sıradan insanların terör riski altında seyahat ettiği bir ülkede devlet adamı olmanın kaçınılmaz vecibesi budur.

Böyle bir cesaret gösterisinin tam zamanıdır; iyi korunan yerlerde barınıp memleket hakkında ahkâm kesmek kolay. Cennet vatanımızın her bir köşesinde sıradan vatandaşlar gibi seyahat etmek de bakalım aynı derecede kolay mı?


Kaynak (Arşiv)