Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Pozitivizm'i kutsamamış kamu yönetimlerinde de ilme itibar edildiği malum ama ilmi tek mürşid kabul eden anlayış, sanki biraz da ilmilik vasfıyla övünür bir eda içindedir. Bu safhada Pozitivizm'i tenkid etmiyorum; sadece Pozitivist esaslara dayanarak tesis edilen kamu yönetimimizin karar mekanizmalarında Pozitivist davranıp davranmadığını netleştirmek arzusundayım. "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" sözünü kuruluş felsefesine mesned edinen bir kamu yönetiminin, nihai karar safhasında "bilirkişi raporu" diye isimlendirdiğimiz bir ilmi heyet raporuna ihtiyaç duyacağı açıktır.

Şöyle beş-on sene geriye doğru giderek hangi bilirkişi raporlarını ne kadar ve niçin tartıştığımızı hatırlamanızı istiyorum. Hemen aklıma gelen örnekler şunlar: Çernobil nükleer felaketinden sonra özellikle Karadeniz sahillerimizin nükleer kirlenmeye maruz kalıp kalmadığını aylarca tartıştık. Sonra Susurluk meselesiyle ilgili bilirkişi raporları gündeme geldi, ardından depremle ilgili "bilirkişi" görüşü sağanağına uğradık. Şimdi de bir süt şirketinin ürünleri ile ilgili "ilmi bilirkişi rapor"unu didikliyoruz.

İlmi kutsayan bir devlet felsefesinin aydınlığında, kamu adına ilmi görüş bildiren ilim adamlarından müteşekkil heyetlerin verdiği ilmi raporlar nasıl tartışılabiliyor; bir yerde esaslı bir yanlış var; nerede? Bilirkişi raporlarının tartışıldığı, karşı raporlarla çürütüldüğü, itiraza uğradığı, kasıtlı yorumlara konu olduğu bir kamu düzeninde "ilim" gerçekten saygıdeğer bir mevkii taşımakta mıdır?

Eğer, "İlmi raporlar, bizzat ilmi usulün tabiatında mevcut relativ karakterden ötürü daima tartışılabilir; bunda hayret edilecek bir hal yoktur" deniliyorsa başka ama Marmara sularında yetişen hamsinin yenilebilirliği hakkında iki taraftar kitlesi, farklı mütalaalarda bulunabiliyorsa, "balık" bir yerlerden kokmuş demektir. Bu, toplumun Türkiye'de üretilen ilmi bilgiye güvensizliğini mi yansıtıyor, yoksa felsefi meşreb itibariyle "relativist" yaklaşımı benimsediğini mi?

Bazı ilim adamları, ilmi içtihatlarının doğruluğunu ispat için niçin şahsi garanti vermek ihtiyacı duyarak, "çayımız radyasyonlu değil; bakınız nasıl içiyorum" demek ihtiyacı hissederler, niçin deprem uzmanlarının ilmen güvenilirliği, "o da artık evinde yatıp kalkmaya başladı" türünden magazin haberleriyle tevsike çalışılır; İstanbullu balıkçıların iskelede mangal yakıp hamsi kızartarak kameralar önünde iştahla "Ben ölmek istiyorum; hamsi yiyorum ama bakın ölmüyorum" tarzında güven telkininde bulunmalarının gerisinde nasıl bir mana var?

Doktor raporu ilmi bir vesikadır; onu nasıl suiistimal ettiğimizi hepimiz biliriz; hele istemediği bir göreve atanan bir bürokratın tam da o günlerde aniden hastalanarak en az yirmi gün istirahate ihtiyaç duymasının genellikle "ilmen" isabetli bulunması gibi sık tekrarlanan olaylarda ilmi haysiyet baş aşağı edilmiş olmuyor mu? Yıllardan beri adli tıp raporları hakkında anlatılan inanılmaz şeyler, tamamen vehimden mi ibaret?

Acaba Türk ilim hayatında bir "ilim ahlakı" probleminin varlığından şüphe edilebilir mi?

Acaba aslen XIX. yüzyıla ait bir felsefi paradigmadan ibaret olan Pozitivizm'i bile, kamu gücü marifetiyle ve tamamen alaturka yaklaşımlarla, bir an bile ciddiye almaksızın şapa oturtmuş olmak ihtimalinden söz edebilir miyiz? Acaba kamu işlerinde ilme itibar etmeyen devlet, ihtiyaç duyduğunda hangi kriterlere müracaat etmektedir? Acaba devlet, kendi ilim adamları sınıfına güvenmemekte, onları ciddiye alırmış gibi göründüğü halde asla kulak asmamakta mıdır?

Türkiye'de, ilmin ahlaki konularda kullanılacak bir kritere sahip olmadığını bilen ama ilim adamlarının itaat etmesi gereken bir "ilim ahlakı" disiplininin varlığından haberdar kaç ilim adamı vardır acaba?

Acaba "ilim-siyaset" ilişkilerinde ilim adamları niçin hep "madun" rollere hevesle can atmaktadırlar?

"Bilirkişi raporları"nın itibarsızlığı ve olağanüstü derecede "su götürme" kabiliyeti, acaba bu kabil sorularla ilişkili midir?

Acaba ne dersiniz?