Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Aynı manzaraya şüphesiz büyük şehirlerin caddelerinde, sokak ve çarşılarında da rastlamak mümkün; uzun ve dikkat çekmeyecek renkte, genellikle ütüsüz, hayli bol bir manto var üzerinde; başı daima örtülü. Bazen boyalı basınımızın taktığı isimle "türban" ama ekseriyetle çene altından bir toplu iğne ile tutturulmuş geniş bir başörtüsü. Elinde ya bir pazar çantası, ya ucuzcu mağazalardan edinilmiş ucuz, zevksiz bir çanta.

Ayakkabısı en hafif ifadeyle bakımsız, boyası çoktan uçup gitmiş, şekli bozulmuş. Bol geldiği için her adımda ayaktan çıkmak istercesine sarsıldığı da oluyor; belki de aileden, komşulardan birinin eskisi...

Yüzünde makyajın izi yok; zaten cildi güneş yanığından esmer bir bakır rengine dönüşmüş, erken yaşlarda buruşup derin çizgilerle çehrenin terâvetini silip götürmüş.

Onları en çok trafiği yoğun akan bir caddede karşıdan karşıya geçerken fark ediyorum. Sağa sola bakmadan, âdeta etrafına aldırış etmezmiş gibi dosdoğru ve âheste bir kararla yürüyorlar. Araçların kimi hızla yanlarından geçiyor, bazısı frene basıyor, klakson sesleri yükseliyor.

Acaba birileri, "karşıdan karşıya geçerken kimseye aldırış etme; bağırır çağırırlar ama sen yoluna devam et" diye öğüt mü veriyor diye düşünüyorum.

Bazen yanlarında kızları olduğunu tahmin ettiğim genç kızlarla birlikte yürürken görüyorum; kızları, annelerinden daha iyi, daha düzgün giyiniyor; belli ki genç kızlara mahsus bir endişeyle kendilerine neyin yakışıp yakışmadığı konusunu daha etraflıca düşünüyorlar ama temelde giyim tarzı aynı. Genç kızlar bol manto yerine vücuda daha çok oturan pardesü veya kot kumaştan -adını bilmediğim- uzunca ceketleri tercih ediyorlar; altta mutlaka pantolon ve annelerininki ile kıyaslanmaz derecede daha iyi bir pabuç var. Makyaj yapıyorlar. Moda renkleri izliyorlar. Başlarını annelerininkinden daha farklı olmak üzere daha canlı renklerde, daha şık ve daha ustalıkla bağlanmış eşarplarla örtüyorlar.

Anneler, herhalde bahçe, tarla, çapa, ahır işleri gibi bir kadın için çok ağır yüklerden ebediyyen kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık duygusu içinde, giderek özgüvenlerini geliştirmekteler. Belli ki annelerin kuşağına bu kadarı bile yetiyor. Artık iyi-kötü betonarme bir evde oturuyorlar, ucuz, zevksiz, kötü de olsa mobilyaları var. En azından yağmur yağınca toprak damın su sızdırma endişesinden uzaklar. Tuvalet avlunun öteki ucunda değil, evin içinde iki adımlık yerde. Çocuklarını okutabiliyor olmanın gururunu yaşıyorlar. Çocuklar okumalı ve iş sahibi olmalı, "ille de kızlar." Kızları kendileri gibi ezilmemeli; hasbelkader evlendirildikleri bir erkekle "etraftan ne derler" endişesiyle yıllarca sabır ve tahammül göstererek yaşamamalı; (öyle ya, onların da kendilerine göre mâruz kaldıkları bir "mahalle baskısı" var) iyi giyinmeli, iyi şeyler yiyip içmeli, iyi bir damatla yuva kurup mutlu olmalı.

Gelirleri az ama böyle kalmayacak, artacak, bir şeyler olacak; okulda dikiş tutturamayan oğlan çıraklıktan ustalığa terfi edip kendi dükkânını açacak bir gün; eve üç beş kuruş hayrı dokunacak. Evin babası belki daha iyi bir iş bulacak. Bir şeyler olacak; bu kadarını bile tahmin edemezken daha iyisini ümid etmemek için bir sebep yok.

Bazen seslerini duyuyorum; kontrol edemedikleri yüksek ses tonuyla, genizden gelen bir mahalli ağzın sesleriyle pervasız hatta bağıra çağıra konuşuyorlar.

Evet, elleri, kadın eli olmaktan çıkmış, başka bir şey olmuş ama kızlarının eli öyle olmayacak. Oje günah ama onların eli daha bakımlı, daha küçük, daha açık tonda olacak.

Siyaset de ne ki; kapılarına kadar gelip hâl hatır soran, "yardıma ihtiyacınız var mı; etrafta hâli vakti yerinde olmayan komşu tanıyor musunuz" diye soran görevlileri kasdediyorsanız siyaset iyi bir şeydir onun için. Yeşil kart iyi bir şeydir. Karın ağrısına tutulduğunda iki saat içinde donanımlı bir hastaneye girip, itile-kakıla da olsa derdini anlatabileceği bir doktora görünmek çok güzel bir nimettir.

Adam yerine konulmanın ne olduğunu, neye benzediğini burada öğrenmiştir; kızı öyle söylemiştir. "Biz hepimiz eşitiz aslında anne" demiştir, "seni itip kakmaya, azarlamaya hakları yok; kendini ezdirme, burası şehir, haklarımız var bizim!"

Başlarını niçin örttüklerini, kızı kendisinden daha iyi bilmektedir; o ise, daha ziyade kızı öyle dediği için, etrafında öyle gördüğü için, çarşı-pazara çıkılırken baş örtmenin bir nevi şehir muaşereti gibi kabul gördüğü için başını örtmekte ama ne yapsa kızı gibi bu işi güzel yapamamaktadır.

Şehirde yalnız değiller; akrabaları, komşuları hısımları vardır daha önce buralara yerleşmiş. Filancanın damadı, falan dairede müdürdür, ötekinin yeğeni veya oğlu filan kamu kurumunda iyi bir yerdedir. Dara düştüklerinde birbirlerine dayanır, güvenir ve yardımlaşırlar. Hatta köy, kasaba dernekleri bile vardır; erkekleri ara sıra gidip dernekte çay içer, okey çevirirler.

Ara sıra aynada yüzüne bakıp üzülmektedir; hele elleri... Keşke daha önceleri gelebilselerdi; çok söylemiştir ama o vakitler kocasına söz geçirememiştir. Neden sonra...


Artık arkadaşlarımız, komşularımız, iş çevremiz, sağımız, solumuz, gittiğimiz her yerde, birkaç sene önceden başlamak üzere dört kuşak önce şehre göçmüş insanların arasında yaşıyoruz; biz de onlardan biriyiz.

Dünyayı istiyoruz; bu güne kadar nimetlerinin uzağında, siz bilemediniz kıyısında yaşadığımız dünyayı ve elbette bütün nimetlerini; âhireti inkâr mânâsında değil, hâşâ; şehire vaktiyle yerleşip iş tutmuş, düzen kurmuşların nimetlendiği kadar istiyoruz, daha doğrusu böyle bir dünyanın varlığını keşfediyoruz; yoksa, itikadımız sağlamdır çok şükür. Başımızı örtüp uzun mantomuzu giydiğimizde bütün şehir -gez gez bitmez- ayaklarımızın altındadır ve her bir tarafı dolaşmakla tüketilmeyecek kadar geniştir. E, hürriyet de böyle bir şeydir işte; sadece gezebilme hakkı değil, gezebilme imkân ve fırsatı.

Kimseden eksiğimiz noksanımız yoktur; tahsilse çocuk okutmaktayızdır, kibar konuşmayı beceremeyebiliriz ama çocuklara bakın, televizyon ağzı ile bülbül gibi konuşuyorlar, görgü de biliyorlar, edep-erkân, yol-yordam da.

Biz köylüyüz evet, ama çocuklarımız şehirli olacaklar.


Her yerdeler ve öyle olacaklar. Evvela seyyar satıcılık, simitçilik, üç otuz kuruşa getir götür işleri, amelelik yapacaklar ama çocukları -hele kızları- bey olacak, hanım olacak; memur, müdür olacak. Çok para kazanıp fabrikalar kuracaklar. Hâkim de olacaklar, subay da, avukat da, doktor da. Kibar hanımlar, nazik beyler ne ise, onlar da aynısından olacaklar, çünkü eşitler, çünkü eşitiz.


Türkiye, dışardan bakılınca bir siyasi kriz, ağır bir ideolojik çalkantı yaşıyor gibi görünse de tablonun derinliklerde işte bu gerçek var: Nüfusunun yüzde 80'i köyde yaşayan ve şehirde nelerin olup bittiğinden haberdar olmayan bir Türkiye'yi yönetmek, siyasi akımları kontrol altında tutmak, aykırılıkları törpülemek elbette kolaydı; şimdi değildir ve Türkiye'nin yönetimi artık daha çok emek, gayret ve incelik gerektirmektedir; temel meselemiz düzgün ve sağlıklı bir ahenkle şehirleşebilmek davasıdır. Konuyu "laiklik elden gidiyor" endişesiyle izleyenler, bir de bu açıdan bakmayı denemeliler; eminim ki korkularını hayli abarttıklarını fark edeceklerdir.