Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Karaköy'den Kadıköy'e giden vapur, Sarayburnu'nu geçip de burnunu Harem'e doğru çevirdiğinde etrafınıza bir başka gözle bakın ve sonra hükmünüzü verin; benim kanaatim şu: II. Mehmed İstanbul'u fethetmişti ama bugün için biz "Fatih'in torunları", İstanbul'u "işgalci" gibi tasarruf ediyoruz.

Topkapı Sarayı'ndan başlayalım: Sarayburnu sırtlarında yeşillikler arasında neredeyse kaybolmuş, tek katlı, araziye enlemesine yayılırken arzdan özür dileyen terbiyeli ve itaatkâr bir edâ ile dünyanın en güzel manzarasını seyreden bir tevazu eseridir o. Batılılaşma kasırgasına uğradığımız devirlerin katkısı Adalet Kulesi'ni saymazsanız Topkapı'da, İstanbul'u fetheden siyasi gücün arzı tasarruf ve mekânı biçimlendirme kavrayışını hissetmezsiniz bile.

Şimdi Karaköy'e doğru bakmalısınız; orada, Kabataş civarındaki iskele binalarının çirkinliğini, Cihangir'den Beşiktaş sırtlarına doğru yedi tepenin ensesine çakılmış birer kazık gibi duran gökdelen budalalığını, dünyanın en güzel sahillerini çirkinleştiren ticari reklam panolarının kakofonisini göreceksiniz. İstanbul'a bu zulmü ancak bir işgal kuvveti revâ görebilirdi. Aman tasrih edelim; İstanbul 1919'la 23 arasında dört sene müttefik işgalinde kaldı da, onlar bile bu kadarını "bırakın yapmayı" akıllarından geçirmediler.

Birinci köprü, boğazın endâmına mütenasip bir gerdanlık mıdır; zaruret mimarlığı! Geçelim.

Anadolu sahilleri; göz sınırına giren Kuzguncuk sırtlarından Moda burnuna kadar bir beton resitali. Beton! İstanbul'a yaptığımız en büyük katkıyı işte bu inşaat malzemesi teşkil ediyor. Beton kutucuklar, altı üstlü, basık yüksek, kül renkli binalar!

Salacak'a bakarken ne görüyorsunuz İstanbullular? Koşuyolu'na denk düşen sahilde himmeti bol dindar kardeşlerimizin diktiği "ahir zaman katkısı" o garip cami hiç dikkatinizi çekiyor mu? Fark etmediyseniz üzülmeyiniz; hemen arkasındaki Haydarpaşa Lisesi'nin kazulet mimarlığını bile geçememiş "mağlubiyet mimarlığı"nın o çirkin örneğinden İstanbul'da onlarcası daha var.

Selimiye Kışlası'na bakın; Kırım Harbi'nin yadigarı o bina, arzın üzerine çöreklenen ağırlığı ile bir devrin sona erdiğini hatırlatmasına rağmen, hemen önünde sıralanan beton kutucuklara nisbetle çirkin de olsa bir üslûbun sahibidir.

Haydarpaşa Gar binası; aynı tarihlerde inşa edilmiş Sirkeci'deki kardeşine nisbetle soğuk ve kunt Alman mimarlığının Anadolu'nun başladığı yere diktiği sevimsiz âbide. Hemen etrafında antrepo blokları, silolar ve boğazın kalbinde paslı şileplerin, apartman gibi yığılmış konteynırların kirli manzarasıyla bir sanayi limanı görüntüsünde. Bu kararı Sultan Abdülaziz'in verdiği söylenir; sarayının bahçesinden tren geçiren ve bahçesine istasyon binası konduran ilk monark odur. "Tren geçsin de" demiş, "bırakın sarayın bahçesini, isterse sırtımdan geçsin!"

İşte bu yüzdendir ki Haliç, o günden beri bir türlü iflâh olmuyor. Önce tersane, ardından feshane, daha sonra aklınıza gelebilecek her türlü sanayi tesisinin yuvalandığı yer "altın boynuz". Ve gece yarılarına kadar Haliç kıyılarından yükselen çekiç ve palanga seslerini duyarak yataklarında mutmain uyuyan padişahlar...

Kadıköy! Ama ne köy!

Bir gün Beyoğlu'nda Cadde"i Kebir'de yürürken belediyenin açtığı bir çukur görmüştüm; yağlı, parlak, çok kıvamlı ve pis kokulu bir balçık yığmışlardı kenarına. "İstanbul'un tenini biraz kazıyınca derinin hemen altından cerâhat akıyor" diye düşündüğümü hatırlıyorum. İstanbul'un damarlarında ve derûnunda mağma gibi deverân eden şey yoksa bu balçık mıdır?

XIII. yüzyılda İstanbul'u işgal edip yağmalayan Latinler bile ona bu kadar fenalık etmemişlerdi desem, bu cümlem gayret"i milliyeye dokunur mu?

Fetih sene"i devriyesinde nutuk çekip komik müsamereler tertipleyeceğimize ağız ağıza verip ağlaşsak daha anlamlı olacak galiba!