Başbakandan sıcak ve hoşgörülü bir üslup değişikliği bekliyoruz

Sultan II. Abdülhamid devri hakkında etraflı okumalar yapanlar, şu gerçekle karşılaşınca şaşırmak, hatta sarsılmaktan kendilerini alamazlar: Devrin neredeyse bütün entelektüelleri, yazarları, şairleri, hatta neredeyse idadi tahsili yapmış olanları bile Abdülhamid'i sevmez, ondan nefret ederler. İçlerinde "İslâmcı" sayabileceğimiz isimler bile Abdülhamid nefretinde âdeta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Basın dünyasında padişahı destekleyen kalem sahibi yok gibidir. O devirde yaşayıp da eli kalem tutanlar Abdülhamid'i bütün kötülüklerin sebebi ve hazırlayıcısı, bütün iyiliklerin önleyicisi mevkiinde bir insan olarak resmederler. Bunların içinde en şaşırtıcı olanı Mehmed Âkif'in şahitliğidir. Galiba bir cuma selamlığı esnasında veya Abdülhamid'in şehre çıktığı nâdir günlerden birinde Âkif, ansızın devrin İslâm halifesi ve Osmanlı Padişâhı Abdülhamid'i görür. Rengi sararır, yüzünün kanı çekilir, âdeta o dakika hastalanır. Yanındaki Midhat Cemal hayretle fark eder ki Âkif'i neredeyse baygınlık durumuna getiren şey, Abdülhamid'in yüzünü görmek olmuştur. Öylesi bir nefret!

Daha sonraları, ehl-i insaf ve nâmustan olanlar Abdülhamid nefretinin sebeplerini kendi nefislerinde tahlil edip sebebini bulmuş ve nedâmetlerini itiraf edebilmişlerdi. Bunun başlıca sebebi, II. Abdülhamid'in büyük dedeleri Osman, Süleyman ve II. Mahmud gibi uzun süre saltanatta kalmasıydı. Takriben 33 sene... Onun tahta geçtiği yıl doğan çocuklar, aynı padişahın hükümranlığı altında evlenip çoluk çocuğa karışıyor, hatta neredeyse torun sahibi olacak yaşlara geldikleri hâlde hep aynı yüzü görüyor, hep aynı ismi işitiyor ve hep aynı siyasetin içinde yaşıyorlardı. Uzun süre aynı kişinin yönetimi altında yaşamanın, insanlar üzerinde bir nevi bıkkınlık, bir nevi metal yorgunluğuna yol açması tabii ve insâni bir hâldir. Şüphesiz Abdülhamid Han'ın siyasetinde tenkide müstehak unsurlar, hatta yanlışlar da vardı fakat uzun hükümranlık yıllarının insanları yorduğu gerçeği de görmezden gelinmemeli.

BAZEN İSTİKRAR SIKICI GÖRÜNEBİLİR GÖZÜMÜZE

Recep Tayyip Erdoğan, neredeyse 20 yıldan beri aktif siyaset hayatının içinde, kamuoyunun tanıdığı bir isim. Önce İstanbul Belediye Başkanlığı, ardından yasaklı dönemi ve akabinde AK Parti kuruculuğu ile başlayan doğrudan iktidar yıllarından bahsediyoruz; Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığının 10. yılı içinde.

10 yıl, yüksek tempoda yaşamaya alışkın 21. yüzyıl insanı için uzun süredir. Sosyal değişmenin hızı, önceki asırlara nazaran daha hızlı. Özellikle sıkça hükümet ve başbakan değiştirmeye alışkın hâle gelmiş siyasi hayatımız bakımından… Kısa süreli Abdullah Gül hükümeti hariç 10 yıl hiçbirimizin alışık olmadığı bir istikrar dönemi teşkil etti.

Belki de anahtar kelime "istikrar"dır. Benim için istikrar kelimesiyle nitelenen son 10 yıl, özellikle siyasi muhalifleri açısından aynı mânâyı ifade etmiyor. Onlar Başbakan Erdoğan dönemine baktıklarında benimle aynı şeyi görmüyor, bu yıllara kaybedilmiş yıllar olarak bakıyorlar. Oysaki AK Parti yönetiminin, kendinden önceki hükümetlere kıyasla başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. En azından 2002'de korkunç fiyat tırmanışları ve iktisadi bunalımla geçen kriz zamanları kısa sürede atlatıldı, enflasyon dizginlendi. Yeterli olmasa bile istihdamda artışlar kaydedildi, iktisadi büyüme hızı olumluydu. Dış politika sahasında Türkiye, bölgesinde lider mevkiine yükseldi, komşularıyla iyi geçinmeye itina gösterdi ve en az bunlar kadar önemli olmak üzere bu 10 senede Türkiye, kitaplarda okuduğumuz "Hukuk Devleti" kavramına biraz daha yaklaşabildi. Askerî vesayet sisteminin temel dayanakları zayıfladı, Meclis'in itibarı yükseldi ve bu esnada önemli darbe teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanıp sorumluları yargı önüne çıkarıldı.

Nitekim seçmenler de öyle düşünüyor olmalı ki haziranda yapılacak genel seçimlerde ciddi anketler, Erdoğan'ın yeniden başbakan olacağını şimdiden söylüyor. Merak edilen husus, seçimi kimin kazanacağı değil, yüzde 40'ın üzerinde hangi rakama ulaşabileceği...

HALK DESTEĞİ ŞART AMA BAZEN YETMEYEBİLİR

Başbakan Erdoğan ve hükümeti aleyhine yıpratma, hatta imha kampanyalarının henüz 2003-2004 yıllarında askerî darbe tasarımı şeklinde başladığını sonradan öğrendik. 2007 yılında hükümet, bir Genelkurmay bildirisi ile sarsılmak istendiyse de başarılı olamadı. Üç yıl önce açığa çıkan Ergenekon oluşumu ise hükümete yönelik en ciddi komployu açığa çıkardı. Hükümeti yıpratmak için bir yüksek hâkimi makamında öldürmekten çekinmeyen tertibin zanlısı, bugün Ergenekon davasının kapsamında yargılanıyor. Bu zincirin son halkası Balyoz Davası oldu. Bu süreç hükümeti zor veya desise ile yıkmak isteyenlerin başarısızlığına sahne oldu; bu başarısızlıklar, hükümetten bıkkın çevreler arasında ümitsizlik hâsıl etti. Son günlerde öğrencilerin kışkırtılarak devreye sokulduğunu gördük. Bir kısım basın organları hükümeti zor duruma düşürecek haberleri yayımlamakta, abartmakta ve saptırmakta "Sektörel" bir gayret gösterdiler ve gösteriyorlar. Demokratik yollarla başbakana ve hükümete çok daha iyi bir alternatif çıkaramayanlar, şimdi en küçük vesileyle bile protesto eylemlerini yaygınlaşmış gibi göstererek bir özgüven tahribatı yapmak istiyorlar; bu uğurda asparagas, yalan haber bile üretmekten kaçınmadıklarını hayretle gördük. Vaktiyle 1950'li yılların ikinci yarısında Demokrat Parti'nin uğratıldığı o korkunç yıpratma kampanyası, şimdi Başbakan'a tevcih edilmiş durumda. Başbakan halk desteğine sahip ama görüldüğü kadarıyla yetmiyor.

PROTESTOCULARIN DA BAŞBAKANI ODUĞUNU HATIRLAYABİLMEK...

Muhalefet demokrasinin en görünür alâmeti; hep olacak ve elbette olmalı. Başbakan asabi bir adam; bu niteliği onu zaman zaman bazı kesimler nazarında sevimli ve güçlü de gösterdi fakat önümüzdeki süreçte onun, belki ders çalışarak, belki ciddi surette profesyonel uzman desteği alarak kriz anlarında daha hoşgörülü davranmaya hazırlanması gerektiğini düşünüyorum. 2007 seçimini kazandığı günün akşamında yaptığı o ünlü balkon konuşmasında söylediği gibi, kendisini destekleyenlerin kadar desteklemeyenlerin de başbakanı olduğunu hep hatırlamalı; özellikle asabiyet anlarında ve kriz zamanlarında daha yumuşak bir üslûp, daha serinkanlı bir yaklaşım, hatta her zamankinden biraz daha güler yüzlü ve esprili olmayı denemeli. Önümüzdeki dönem, inşallah Türkiye'nin demokratik istikamette kurumlaşmaya başladığı, taşların yerine oturduğu bir zaman olacak.

Başbakan, muhaliflerine de şefkat ve anlayışla yaklaşmalı. Teknik anlamda siyasette başarılı olmanın yetmediğini öğrendik; gönül fethetmek de lâzım. Üslûp değişikliğine kendisi ihtiyaç duymayabilir fakat Türkiye'nin, iç barışımızın ve dirliğimizin buna ihtiyacı var.


Kaynak (Arşiv)