Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bayram arifesiydi, eşi-dostu tebriklemek için telefonun rehberine şöyle baştan sona baktım. Neredeyse yarısı sadece bir isimden ibaret; aylardan beri ne benim elim onlardan birini aramaya varıyor, ne de onlar beni derhâtır ediyor. Silmeye kıyamıyorum. Onları rehberden silersem bütün alâkayı ve hukuku da kesecekmişim sanki...

Bir sene kadar önce bazılarına, “Bayramdır; küslerin barışma vaktidir; gururu-kibiri bırakıp hatır sormalı” diyerek mesaj gönderdim, ses çıkmadı. Öyle sükûtlar vardır ki sayfalar dolusu açıklamadan daha mânidar. Bu da öyle bir şey.

Kabahat bendedir belki; çok hatırşinas veya geçimi kolay biri olduğumu söyleyemem. Mümkündür, bazılarını kırmış bile olabilirim fakat bu ‘yetim-i akran veya arkadaş' olmak sair dargınlıklar gibi değil. Sebep siyasî, sadece ve sadece siyasî.

Bir zaman önce bir nikâh merasimine katıldık; eski ‘arkadaşlar'dan bazıları da davetliymiş, bilmiyordum. Göz göze gelince sarılıp hasret gidermeyi beklemiyordum ama en azından uzaklardan bir baş selâmı, bir küçük gülümseme veya ‘Anlıyorsun işte, sizler bu devrin cüzamlıları gibisiniz; yakınlık gösterirsem yanlış anlaşılır, affet' diyen bir bakış? Hayır!

Görmezden geldiler, görmezden geldim. Belki görmezden gelmemeli, gidip yakınlık göstermeli, aradaki buzdağını hohlamaya ben adım atmalıydım, yapamadım.

Birkaç ay kadar önce nerdeyse kırk yıldır hiç yüz yüze gelmediğim, eski bir dosttan telefon geldi. Doğrusu beklemiyordum. Nasılsın, iyi misin, çoluk çocuk nasıl vesaire... İnsani şeyler; ne kadar güzel, nasıl memnun oldum... Yine kırk yıldan beri yüzünü görmediğim bir eski arkadaşım aradı Ağrı'nın bir ilçesinden. Cumamı tebrik etti. Az konuştuk ama ne kadar güzel konuştuk. Sesinde gizlenmesi kabil olmayan bir yakınlık, gizlenemez bir muhabbetin tınıları. Ne kadar değerli, ne kadar aziz...

Büyüklerimiz vaktiyle, “Dostluk sınanmaz; sakın arkadaşlarını sınama!” derlerdi; bu öğüdün en pratik karşılığı dostlarla, hele hele akraba ile alışveriş yapmamak idi. Alışveriş sınanmaya açık bir işlemdir; az olur, çok olur; ya sizin içinizden bir şüphe bulutu geçer veya karşınızdaki kendisini hafif tertip aldatılmış hisseder. En iyisi yapmamak.

Siyasî kanaatler için de aynı ölçüyü uygulamak mümkün mü? Eğer aynı istikamete bakıyor, aynı minval üzre düşünüyorsanız pek mesele çıkmıyor; olup bitene farklı yerden bakıyor, farklı teşhis koyuyorsanız sigaya çekilen ilk şey aradaki hukuk oluyor. Ee, hani dostluk, hani arkadaşlık? Onun farklı ve kolay kolay incitilemez bir yükseklikte muhafazası lâzım değil midir? “Farklı düşünüyoruz ama bu, dostluğa mâni olmaz” ölçüsü, kriz ânında ilk terk edilen değer haline geldi.

Demek ki dostluk, arkadaşlık kavramına biz, pek keyfî, pek dayanıksız, kırılgan bir mânâ yüklemişiz. Kriz mi çıktı, arkadaşlık hukukunu gözden geçir, olmadı al askıya; o da olmadı çekiver kuyruğunu gitsin! Bu kadar kolay; ‘bu kadar kolay' alınabilen her karar risklidir, tehlike ihtiva eder.

Hâşâ, vaktiyle arkadaş, dost kabul ettiğim kişileri itham etmiyorum; daha çok öz nefsimi hesaba çeken, aradaki hukuku zedelemekte ziyadesiyle alıngan ve hatalı tepkiler veriyor olma ihtimâlini gözden ırak tutmayan muhasebe geliştirmeye çalışıyorum, çünkü arkadaşlığa inanıyorum, inanmak istiyorum.

İnsanın sırtını emanet edebileceği, en dar ânında bile güvenebileceği birinin olmaması ne demek? Arkadaşsızlık bir bakıma yenilmek değil midir? Öyle kabul ediyorum, öyle kabul edilmeli. Nice yıl, kendinizi -hepimiz gibi- az buçuk insan sarrafı kabul etmişsiniz, “Ben has adamı gözünden tanırım, kolay yanılmam, dost kabul ettiklerim benden bile yüksek vasıflı, tam güvenilir kişilerdir” diye hafiften övünmüş, nefsinize âferinler çekmişsiniz ve günün birinde, herhangi bir ihtilâf yüzünden, ‘sildim onu defterden, cılk çıktı' diyerek alabora oluyorsunuz...

Aslında yanıldığımızı kabul etmeyiz değil mi; yanılan, yanlış yapan, inciten hep karşı taraftır. Bu kadar basit olabilir mi? Bu derece basitlik ihtivâ eden şeylerde yüksek risk de vardır, dolayısıyla buzluğa sokulup orada son nefesini veren arkadaşlık, dostluk ilişkilerinde kendi adıma kabahatin en azından yüzde 51'ini üstlenerek yüksek sesle düşünüyorum.

Arkadaşlıktan bahsedip duruyorum; arkadaşlarımızı seçebiliriz ama akraba, hısım, eski tâbirle taâllukât kader gibidir; onları seçemezsiniz.

Kutuplaştırma siyaseti arkadaşlıkları ayrıştırmakla yetinmedi, akrabalık hatta karı-koca ilişkilerini de berhava etti. Size birinci ağızdan dinlediğim tatsızlık, küs, hatta sonu ayrılıkla biten hikâyeleri nakletsem roman olur. Siyasi ihtilâf yüzünden boşanmaya karar veren çiftler eskiden de nâdiren işitilirdi. Siyasi gruplaşma tertibindeki ‘ustalık!' hayatta birbirine en ziyade yakın iki insanın arasına soğukluk ve nefret serpmeyi başardı. Tellioğulları-Seferoğulları aileleri arasındaki -güya- düşmanlığın komedisine gülüp geçerken şimdi siyasî kamplaşmanın yol açtığı dramlar ruha damlatılan kezzap damlaları gibi canımızı acıtıyor.

Siyasete çok meraklı, sabah akşam siyaset soluyan bir toplum muyuz? Yoo, siyasî hassasiyetten değil, belki de yeterince iyi inşa edilmemiş ve sağlam zemine oturtulmamış şahsiyet binâmızdaki zaaflardır bunun sebebi...

Evet, galiba şahsiyet meselesidir bu...

Kardeşliğin tamamladığı abdest (*)

Sekiz yaşındaydım, günlerden bugündü… Güneş, aydınlığını sokak lambalarının yapaylığıyla devletin insafına bırakmak üzereyken, binanın çıkış merdivenlerinde annemin, koluna girmiş babamla indiğini gördüm. Çocuk aklı işte, ‘misafirliğe bensiz mi gidecekler' korkusuyla sarıldım annemin eteğine. Ayakları titriyordu, bir daha korktum. Ablam çekti aldı kucağına beni, eve çıkarmak için. Annemin gözlerine inen acıyı ilk defa o zaman gördüm. Daha da korktum.

Oniki aydan sekizincisi, üçyüz altmış beş günden ikiyüz onüçüncüsüydü. Sene doksan beş; sekiz kardeştik, birimiz öldü o gün, bin eksildik.

Diyarbakır; yağmurdan çok annelerin gözyaşıyla yıkanan şehir.

O gün yine ülkenin doğusundan batısına şehit cenazeleri, batısından doğusuna sokağa çıkma yasakları, gözaltılar, faili meçhul cinayetler ve annelerin bedduaları yağıyordu. Belki de bir bedduaya değmiştik biz de, takdir-i ilâhinin gölgesinde. Bir Kürt olan abim, yaşama tutunmaya çalıştığı 17 yıl boyunca sorumluluklarının ötesinde bir çizgiyi takip etmiş, kalbi beyazdan temiz bir insandı. Biri öldükten sonra ardından dizilen methiyeler değil bu; onu tanıyan herkesin ağız birliğinden dökülen cümlelere yakışan bir insandı.

İşte böyle bir Kürt olan abim ‘Türk-Kürt kardeştir' sözünü kıskandıracak bir uyum ve samimiyetle Türk ve Kürt gençlerden oluşan bir grupla birlikte, hem yaz ayının bunaltan sıcağına kısa bir mola olsun diye, hem de yaratan Rabb'e namaz ve tespihle sunacakları şükürlerini, şehrin o kasvetinden uzak, ağaçlıklı ve berrak suyuyla cennete nazire yapacak bir mekânda sunmak için ufak bir gezintiye çıkmışlar. İkindi namazını kılmak için abdest almaya başlayan abim, hani o Kürt olan abim, bir yardım nidasına çevirmiş bakışlarını. Türk-Kürt ayrım yapmaz ya abim, bakmış yardım isteyen Türk. Aklının ucundan bile geçmemiş yüzmek bilmezliği, atmış kendini suya.

Sol ayağını da yıkasa abdesti tamamlanacak ya, baştan sona yıkamış Rabb'i sonsuz nuruyla.

Annemin gözlerine inen acı doğuya has bir acı değil… Bu ülke için en büyük rahmet, yağmur, kar veya herhangi bir doğa olayından çok ölen her vatan evladı için gözyaşı döken analarla dolu olmasıdır.

Tarih tekrardan ibaret bir televizyon kanalı, hep aynı yerden yayın yapan. Artık yıllardır anlattığını anlamak gerek… Annemin ve bu ülkenin bütün annelerinin evlat acısı bir barışı tetikleyecekse şimdi tetiklesin… Birbirimizi yaşatmak için ölelim, öldürmek için yaşamayalım…

(*) Bir okuyucu mektubu'ndan.