Bir başka pencereden "Mülkiye" hatıraları

Aslında resim yapmak istiyordum; akademi imtihanlarına girecek kadar puanım vadı ama 68 kuşağının Hippi takımı, resim kariyerimi bilmeden de olsa engelledi.

Annem, akademiye girmek istediğimi duyunca, "Sen de hippiler gibi yerlere tebeşirle resim yapıp dilenen, kaldırımlarda sürünen serseriler gibi mi olacaksın?" itirazıyla o defteri kapattı. Evvela Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdım; onbeş gün sonra da benim olmasa da ailemin ve çevremin istediği mektebe, hemen yan taraftaki Mülkiye'ye geçtim.

Bizim kuşak klasik mânâda pek Mülkiyeli sayılmaz, 1972 yılında Mülkiye'nin altın çağı sona ermiş, "İnek Bayramları" iptal edilmiş, "Kazgan" dergisi çıkmaz olmuş, fakülte içindeki arkadaşlık havası ideolojik gerginlikler yüzünden bozulmuş ve akademik iklime 12 Mart'ın gölgesi düşmüştü. Beş yıllık fakülte hayatımda değil kantine gitmek, yerini bile öğrenmek şansım olmadı. Hoca takımı, nazarımızda "Olemp" kadar erişilmez bir intiba uyandıran üst kattaki koridorlarında oturur, onların yüzünü ancak derslerde görebilirdik.

Fakültede iki cins öğrenci vardı: Biz ve ötekiler! Biz, büyük çoğunluğu Site (Resmi adı Atatürk Öğrenci Yurdu olmasına rağmen mâruf ismi böyleydi) yurdunda barınan, "Ülkücü" eğilimli, antikomünist azınlıktık; eğilimini gizleyenlerle birlikte sayıca üçyüz küsür kişilik birinci sınıfta 30—40 kişi kadardık; iki bayan dışında çoğunun sakalı bile terlememiş bir avuç Anadolu çocuğu. Bilgiden ziyade önyargılarımız, nefis emniyetinden çok korku ve komplekslerimiz vardı. Solcuların kalesi olarak ün yapan bir fakültede kendimiz gibi kalmak endişesiyle gergindik. Ötekilere gelince, onlar çoğunluktu; Maoculardan Enver Hocacılara, sosyal domakratlardan Antçı'lara kadar solun her türlüsünü barındıran militan çekirdeğin yörünge ve komutasında kalmaya rızâ göstermiş, farklılıklarını gizlemeyi tercih eden ezici bir çoğunluk; aralarında bizim "ot" tabir ettiğimiz, solcu olmadığı veya siyasi tercihi bulunmadığı halde göze batmamak için ezici çoğunluğun tarafında durmayı tercih eden kişiler de yok değildi ama bu bizim yalnızlığımızı azaltmıyordu. Fakültede yalnız, himâyesiz ve enterne idik.

İlk iki yıl, —çelişki gibi görünse de— 12 Mart Muhtırasının baskı havası içinde sıradan öğrenciler gibi derslere devam edip, kıyısından da olsa Mülkiye havasını teneffüs edebildik. 1974'teki meşhur aftan sonra en bükülmez militanlar yeniden fakülteye dönünce üzerimizdeki baskı havası yoğunlaşmaya başladı. 1975 yılından sonra derslere devam etmek hem enikonu cesaret istiyor, hem de solcu arkadaşların yönettiği bitmek tükenmek bilmeyen boykotlar yüzünden dersler zaten fiilen aksamış bulunuyordu. Tabii bu durumda biz vatan kurtaran arslanlara düşen vazife belliydi; "Boykot kırıcılık". Boykotları şöyle kırıyorduk; imtihan günleri yaklaştığında birkaç gün önceden polise müracaat edip imtihanlara girmek hakkımızı kullanmak istediğimizi söylüyor, sonra polis refakatinde (bazen de çemberinde) imtihana giriyor ve aldığımız not ne olursa olsun boykotu kırmış olmanın verdiği hazla yine yakın "korumalar" refakatinde yurda dönüyorduk. Solcuların boykotu ne kadar mânâsız ise, bizim yaptığımız da bir o kadar inat eseriydi. Güyâ Mülkiye kalesini sola teslim etmeyecektik de!..

Boykot kırma imtihanlarında olsun, fakülte hayatımdaki diğer imtihanlarda olsun, Mülkiye namına gururla kaydedebileceğim bir önemli ayrıntıyı kaydetmek istiyorum; çoğunlukla farklı sınıf ve derslerden imtihana giriyor olsak bile güvenlik gerekçesiyle aynı dershanede imtihana alındığımız için fakülte hocalarının bizi teşhis etmeleri ve düşük notla yıldırmaları pekâlâ mümkündü fakat böyle bir küçüklüğe asla tevessül etmediler; edildiğini de duymadım. Bu yüzden çoğu sol eğilimli olduğu bilinen hocalarıma hâlâ müteşekkirim.

Sonraki yıllarda fakülteye devam imkânlarımız fiilen ortadan kalktı ve Mülkiye'den iyice koptuk; artık sadece imtihandan imtihana, polis kordonunda ve himâyesinde okula girebiliyor, imtihan bittikten sonra bir başka yere uğramayı aklımıza bile getirmeden kaçar gibi fakülteden ayrılıyorduk; birkaç defa fakülteye normal kapıdan girmek teşebbüsümüz, bizi pek de sevmedikleri belli olan diğer bir kısım fakülte arkadaşlarımız tarafından taşlı saldırılarla caydırılınca o tarihten sonra artık cadde kenarındaki yan kapından içeri girmemiz uygun görülmüştü.

Aksiyon'un önceki sayısında Mete Tunçay Hoca'yla yapılan röportajı okurken yüreğim burkuldu; biz, o anlatılan Mülkiyeyi hiç tanıyamadık. Kağıt üzerinde onlar da, bizler de Mülkiyeliydik ama, onlara göre bizim Mülkiyeliliğimiz bir mânâda Açık Öğretim Mülkiyeliliğine benziyordu; aynı duyguyu Zaman'da Cengiz Çandar'ın Mülkiye günlerini anlattığı röportajı okurken de hissettim. Bizim arkadaş grubu o efsânevî Mülkiyelilik rûhu ve dayanışmasından hissedar olamadı; belki o yüzden çoğu Mülkiyeli'nin iftiharla yakasına taktığı rozete de soğuk durdum hep. Fakülte yıllarında hiçbir hocayla yüzyüze görüşüp ilminden ve tecrübesinden istifade etmeye ne fırsat ne de cesaretim olmadı. Fakülte kütüphanesini ziyaretim sayıca üçü geçmedi. O yıllarda Fakülte personelinden iki kişinin gösterdiği şefkat ve yakınlığı hiç unutmadım. İlki, soyadını şimdi hatırlayamadığım, öğrenci işleri bürosunda memure olarak çalışan "Nuriye" isimli bir hanımdı; Nuriye Hanım hemşehrimdi ve günün birinde koridorlarda terör estirildiğinde ben nereye sığınacağımı bilemezken koluma yapışıp beni büroya çeken el onun eliydi. Ona minnettarım. İkincisi ise rahmetli dekanımız Gündüz Ökçün'dü. Yine bir gün kaldırım üstündeki tâli demir kapıdan imtihana girmek üzere kapının içerden açılmasını bekliyorduk; ne var ki kaldırımlar hiç de güvenli değildi. Tedirgindik ve her an nereden yöneleceğini tahmin edemeyeceğimiz bir saldırının endişesi içinde gergindik. İçeriye daha önce telefonla haber vermiş olmamıza rağmen kapının açılması gecikiyor biz kapı önünde bekleşen sekiz on kişi gitgide sabırsızlanıyor, açıkçası korkuyorduk. İşte tam o esnada demir kapı açıldı ve rahmetli Gündüz Ökçün Hoca'mızın, kollarını bir baba sıcaklığı iki yana doğru açarak, "Gelin bakayım evlatlarım, içeri girin hele" diye seslenen görüntüsüyle karşılaştık. Babasız büyümüş bir çocuk olarak bir baba şefkatinin nasıl bir şey olabileceğini işte o anda biraz anlayabildiğimi sanıyorum. Gündüz Hoca, genç denilebilecek bir yaşta vefat etti. Hatırası önünde hürmetle eğilir ve rahmet dilerim.

Bizimki bir başka Mülkiyelilikti; bizimle aynı fikri paylaşmayan arkadaşlarla ne dostluk edebildik ne de selam sabah. Daha ikinci yılda kendiliğinden oluşan bir psikolojik baskıyla enterne edilmiş gibiydik veya kendimizi öyle hissediyorduk. Öyle kötü günler geçirdik ki fakültenin önünden dolmuşla geçmek bile enikonu riskli hale gelmişti. Mezuniyet tez hocam İlber Ortaylı idi; kendisine ödevimi postayla göndermiş, aldığım notu ise telefonla öğrenebilmiştim. Fakülteyi bitirdiğime dair düzenlenen çıkış evrakını bile hemşehrim Nuriye Hanım postayla göndermek inceliğini göstermişti; gerçek diplomamı ise mezuniyetten on yıl sonra alabilirken ne kadar da buruktum. O burukluk hâlâ devam ediyor bende. Her Ankara'ya gidişimde defalarca önünden geçtiğim Mülkiyeliler Birliği'nden içeri girmek, bir kere olsun aklıma gelmedi; aynı fakültenin aynı sınıfında birlikte okumuş olmam gereken "devre"lerimin yüzde doksanını tanımam bile.

Ara sıra kendime, "Mülkiye'de okumuş olmanın bana kazandırdığı ne var?" diye sorarım da iki güzel şeyi ucuca ekleyemem. 1974—80 arasının Mülkiyesi, diğer pek çok üniversite gibi öğrencilerinin zihninde hâtıra olarak tedirginlik, korku ve hatta ürküntüden gayrı pek az tatlı intiba bırakabilmiştir; halbuki Mülkiye'nin Mülkiye olduğu yıllarda okuyup, Mülkiyelilik rûhundan bir hisse olsun paylaşmak isterdim. Mülkiye'yi kenarından okumuş olmakla neler kaybetmiş olduğumu hatırladıkça yüreğim hep sızlar durur.


Kaynak (Arşiv)