Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Her gazete kendine göre okuyucusuna bir değer verir, taltif eder, “Siz değerli okuyucularımız için hazırladığımız bu yazı dizisi...” vesaire sözleriyle gönlünü yapmaya, yüceltmeye çalışır. Diğerleri için pek tabii görünen bu olgu, Zaman Gazetesi için çok daha başka, çok daha farklı bir mahiyet taşıyor.

Lâkin burada şahsi ve önemli bir meseleyle karşı karşıyayım; sorumluluk meselesi... Kısaca izah edeyim: Biraz sonra sizlerden, yani Zaman okuyucusundan bahsedeceğim, biraz övecek biraz da çekiştireceğim müsaadenizle; fakat bu satırların sadece şahsımı bağladığını hatırlatmam lâzım. Gazete adına okuyucu-gazete ilişkisini yürüten birimler var, meselâ benim onca yıllık arkadaşım ve dostum sevgili Hasan Sutay, bizim gazetenin okuyucu temsilcisi olarak görev yapıyor hayliden beri. Sizlerden gelen talepleri, ricaları, tenkidleri değerlendiriyor; imkânı nisbetinde gereğini yerine getiriyor. İşte bu sebeple yazacağım şeyler esasında onun yetki dairesine giriyor.

Bu hatırlatmayı yapıyorum çünkü, az sonra yazacağım şeyler, gazetenin görüşü değil, benim fikrim.


Zaman gazetesinin okuyucusu bir başka demiştim; öyledir. İlk özel Türk gazetesi kabul ettiğimiz Tercüman-ı Ahval’den beri Türkiye henüz böyle bir okuyucu-gazete yakınlığı görmedi. Bu hususu uzunca tafsil etmeme gerek yok, zaten biliyorsunuz. Zaman okuyucusu, gazetesini sanki babasının malı imişcesine benimser, sahiplenir, üzerine titizlenir ve esirger.

Her detayını, her ayrıntısını değerlendirir, gözden geçirir; müsbet-menfî kanaat edinir ve kanaatini bir şekilde gazete yönetimiyle paylaşır. Gazete bu sahiplenişin farkındadır, sıkça toplantılar tertib ederek okuyucusu ile yüz yüze gelmeye, hesap vermeye, geleceğe dair tasavvurlarını ve atılımlarını paylaşmaya itina gösterir, eleştirilere kimi zaman tek tek, kimi zaman toptan cevap verip açıklamada bulunur.


Sokakta yürürken birden karşınızdan gelen veya yanınızdan geçmekte olan bir yüzün âniden aydınlandığını, gözlerinin sevgi ışığıyla dolduğunu fark edersiniz; okuyucunuzdur. İlk anda mütereddid davranır, “Acaba rahatsız eder miyim, acaba vakti var mıdır, acaba aksi tepki gösterir mi?” diye geçer içinden lakin her defasında muhabbeti ağır basar. Aynı ışıklı bakışlarla yaklaşıp elini uzatır, tanışıklık verir, kendini tanıtır; musafaha eder, karşılıklı hal-hatır sorar, güzel dua ve temennî teatisinde bulunur. Bazen yanında eşi, çocukları da olur; aynı sevgi dolu bakışı onlarda da görürsünüz. Bu sıcak bakışlarda mürâîlik, ard niyet yoktur; olduğu gibidir; samimidir. Ayak üstü iki çift lâf edip hal-hatır sormak en çok kimi mutlu eder bilinmez; yazarı mı, okuyucuyu mu? Benim cevabım belli; A şıkkını işaretliyorum ve son kararım.


Okuyucumuz gazetesini çok sever, bir milyonu aşan tirajın, onların büyük fedâkarlıklarına bağlı olduğunu çok iyi biliyorum. Onlar da hâliyle gazetelerine toz kondurmak istemezler. Sütte leke olabilir, gazetelerinde asla!

Zaman zaman beğenmedikleri, hoş görmedikleri haberler olur; bazen bir köşe yazarının yazdıklarını içlerine sindiremez, sanki kendilerini bile bağlıyormuşcasına eseflenirler ama en ziyade titizlendikleri mesele, gazete sayfalarındaki ticari reklâmlardır. Bazen reklâm metnini, bazen reklâmla yayınlanan fotoğrafı, bazen reklâmı yapılan firmayı yadırgar, gülden nâzik, gelinden nazlı gördükleri biricik gazetelerine bir türlü yakıştıramazlar.

Gazetenin reklâmı yayınlamakla sanki reklâm veren firmaya kefil olduğunu zannettiklerini bile düşündüğüm olmuştur bazen. O kadar safderun değillerdir ama elden ne gelir? İsterler ki gazetenin değil haberi, yorumu, köşe yazısı, yayınladığı reklâmlar bile kendi hayat tarzlarına, geleneklerine, üst değerlerine saygılı ve uygun, her haliyle dört dörtlük olsun...


Aziz dostum Hasan Sutay’ın bu gibi dokunaklı, hatta protestovâri şikâyet sahiplerine nasıl açıklama yaptığını bilemiyorum. Ara sıra karşılaşmalarımızda bu meseleden bahsederiz; çok temiz yürekli, vicdanlı bir insandır; üzülür. Şikâyetçi okur bilmez ki zaten gazetenin kendine göre bazı kriterleri vardır. Her reklâm talebini kolayca kapıdan buyur etmezler, bazı kriterler ararlar ama bazı okuyucuların kriter eleği sık gözlüdür; hani bazen, “Hangi reklâm bu elekten geçmeyi başarmıştır, şaşarım” diyeceğim gelir, diyemem.


Diyeceksiniz ki, “Kardeşim sana ne oluyor, okuyucu temsilcisi değilsin, gazetenin yayın prensipleri hakkında söz söylemek gibi sorumluluğun da yok; öyleyse niçin dertleniyorsun?”

Haklısınız, öyle bir sorumluluğum yok, doğrusu Hasan kardeşimin ne gibi şikayetlere cevap yetiştirmeye çabaladığını gördükçe böyle bir vazifem olmadığı için hâlime şükretmiyor da değilim fakat “Bizim okuyucumuz farklıdır” demiştim ya, bazıları şikâyetine kâfi ve vâfi miktarda karşılık bulamayınca bu defa yazarlara şekvâ etmeye başlar.

“Benim vazifem değil ki” diyemezsiniz, “Siz söylerseniz ciddiye alırlar; herhalde bir sade okuyucu olduğumuz için sözümüze kulak asmıyorlar galiba” diye düşünürler herhalde.

Cevap vermeden geçmeye, “Bana ne” diyerek şikâyeti savsaklamaya yüreğiniz elvermez; becerebildiğiniz kadar basın sektörünün nasıl işlediğini, gazetelerin nasıl gelir sağladığını, temel girdilerin yüksekliğine mukabil sadece gazete ücretinin kifâyet etmeyeceğini, her şeye rağmen gazetenin önemli kriterler uyguladığını dilinizin döndüğünce anlatırsınız. Bazısı teşekkür eder, mutmain olur, bazısı ise, “Eğer sen de bazı reklâmlara böyle izahat getiriyorsan vaygeldi bizim hâlimize, cık cık cık... olmadı hoca olmadı” diyerek gönül burkuntusunu gizlemez.


Ne yapardınız benim yerimde olsaydınız?

Hayır, kesinlikle şikâyetçi değilim; hatta hafif tertip hoşuma da gidiyor hani böyle “hariçten ombudsmanlık” raconları kesmek. Mahallenin aksakalı havası atmak güzel ama, arada siteme göğüs germek de var.

Ne yapardınız siz olsaydınız?

Eminim herbirinizin kendine göre bir cevabı vardır bu soruya; benim cevabım belli. Oturup bu ilginç meseleyi olduğu gibi yazdım, sizlerle paylaştım.

Böyle yazdım diye, cevabımdan memnun kalmayan bazı kardeşlerim, yolda rastlaştığımızda gönül burkuntularını bakışlarına aksettirirlerse çok üzülürüm ama.