Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugün bayramın son günü. Bayramınız feyizli olsun. Nice bayram gibi bayramlara inşallah...

Ramazan'da şöyle enine boyuna bir değerlendirme yapamadık; bu yıl öncekine nazaran sanki TV kanalları sayısında sıra dışı bir artış var gibi geldi bana (seçici algı bu galiba). Mevcut kanallarda Ramazan dolayısıyla yapılan dini yayınlar dikkat çekiciydi. Günün herhangi bir saatinde rastgele ekranlara göz atan biri, kolayca, “Bu Türklerin tamamı çok dindar fakat dini konularda çok da bilgisiz olmalılar ki yıllardan beri sabah akşam en basit konular bile bıktırana kadar tekrarlanıyor” diyebilirdi.

Dindarlaşıyor muyuz; zannetmiyorum. Bana daha ziyade sekülerleşiyormuşuz gibi geliyor; yani dinden uzaklaşıyor, olup-biteni daha çok din dışı bir düzlemde ele alıp değerlendiriyoruz fakat bu esnada dini lafızlar ve kavramlar ağzımızdan düşmediği için kendi kendimizi kandırıyoruz. Ramazan'ın gündelik işleyişinde dinden bu kadar bahsedilmesi, sanılanın aksine dine sadakatimizin yüksekliğini değil, galiba din ile ilgili sıkıntılarımızın olduğunu imâ ediyor.

BARAJIN KAPAĞINI KIMILDATMAK

Toplumların genel davranışlarında (huy) ani ve dramatik kırılmalar, değişimler oluyor mu? Meselâ 12 Eylül darbe döneminden etkilenmiş pek çok sol tandanslı yazar-çizer, Türkiye'ye bürokratik yozlaşmanın, rüşvetçiliğin, fırsatçılığın, kayırmacılığın, ezcümle kamu hayatıyla ilgili kokuşmanın Özal'la birlikte başladığını ileri sürüp dururlar. Bir insanın, toplum hayatında bu kadar belirleyici olması bana hep abartılı göründü. Bu hususta şöyle düşündüm: Özal, toplumda var olmayan bir şeyi harekete geçiremez, olan bir eğilimi de yok edemez; ancak, bir barajın kapağını hafifçe aralamak gibi küçük kanuni düzenlemelerle yeni bir çığırın başlamasına yol açmış olabilirdi. Hâlâ tereddüd içindeyim. 1980'in yaz aylarında haramdan kaçınan birisi, 6 ay sonra, hangi saikle ve nasıl dizginden çıkabilirdi ki?

O eğilimler zaten vardı bünyede; kamu gücünü kullanan ve yön verenlerin vebal ve sorumluluğu işte o yüzden büyük. Kanunsuzluk karşısında küçük bir taviz, insanların içindeki kötü huylu yaratığı açığa çıkarmak için bir kıvılcım görevi yapıyor olabilir mi?

BİZ Mİ MUTAASSIBIZ, DEDELERİMİZ Mİ?

Beş-altı yıl önce Türkiye'de çok dikkat çekici bir tarih araştırması yayınlandı ve bu araştırma sonuçları tartıştığım konuyla ilgili özel bir örnek teşkil ediyor.

İsrail Ben Gurion Üniversitesi öğretim üyesi tarihçi Prof. Dr. Dror Ze'evi'nin, Ekim 2008'de Kitap Yayınevi tarafından yayım­lanan “Müslüman Osmanlı Toplumunda Arzu ve Aşk: 1500-1900” kitabından bahsedeceğim. Bu kitap, belirtilen dört asır içinde Osmanlı hayatında cinsiyetle ilgili suçlara nasıl yaklaşıldığı noktasından hareketle dünle bugün arasında bir mukayese yapıyor: Araştırmacının genellikle Kadı sicillerindeki hükümleri istatistik metodlarıyla tasnif ederek vardığı sonuç şaşırtıcıdır: ‘Dört asır içinde cinsiyet meselelerine bakışımızda dramatik bir değişim yaşanmıştır ve bu değişim özellikle 18. ve 19. yüzyıllar arasında görünür hale geliyor!'

Dr. Dror Ze'evi mesela 16. asırda Osmanlı toplumunun cinsiyetle ilgili cürümler konusunda, 20. yüzyıla, hatta bugüne göre daha rahat, daha mülayim ve liberal olduğunu ileri sürüyor. Ona göre üç asır önceki dedelerimiz, bizden çok daha sofu ve mutaassıp değillerdi veya şöyle ifade edelim; biz onlardan özellikle cinsi ahlâkla ilgili konularda daha fazla tutucu davranmaktayız.

Doğru olabilir mi? İlk anda, tam tersi olması gerektiğini zannediyorsunuz: “Öncekiler bizden daha çok dinibütün ve ahlâklı idi, zaman ilerledikçe modernliğin de tesiriyle gevşedik, ahlâk bozuldu vs...”

Ze'evi'ye göre Hicaz mıntıkasındaki Vahhabi ayaklanması ve 1853 yılında başlayan Kırım Harbi, Osmanlı toplumunun ahlâk telakkilerini değiştirerek daha puriten (sofu), tavizsiz ve katı bir dindarlığa yol açmıştı. İsteyen kitabı daha etraflı inceleyebilir ama benim anladığım kadarıyla yazar, ahalinin Kırım Harbi dolayısıyla İstanbul'da konaklayan İngiliz ve Fransız askerî kuvvetlerinin şehir hayatında mutaassıplaşma istikâmetinde bir değişimi tetiklediğini öne sürmektedir. Hicaz'da Osmanlı güçlerine karşı isyan eden Vahhabi güçlerinin savunduğu Selefîlik doktrinin de sofuca telekkilerle ilham vermiş olabileceği bir başka ihtimâl.

Bizim tarih etüdlerimiz, böyle ‘ıvır-zıvır' konuları görmeyecek kadar majör mevzularla ilgilidir; dolayısıyla Dror Ze'evi'nin bu araştırmayla “milli birlik ve bütünlüğümüze kasdederek bizi içte bölmeye” çalıştığını da düşünenlerimiz çıkabilir muhtemelen. Daha iyisini, daha etraflı ve kapsamlısını, daha güvenilir olanını yapmadığımız sürece bu gibi ilginç tezleri ciddiye alıp tartışmaktan kaçınamayız.

Şu meşhur ‘17-25 Aralık Haftası'nda başlayan sürecin, yukardaki iki örneği hatırlatır tarzda toplum ahlâkı üzerinde manidar bir tesir yapmış olabileceğini düşünüyorum. Birtakım istatistik verileri ve araştırma sonuçları bu önyargıyı doğrular mahiyette ama genellemeden çıkıp daha özel ve kesin bir yargı geliştirmek için henüz hâlâ çok erken (Tarihçiler, insanı sinirden çatlatacak derecede ağırkanlı ve acelesiz insanlardır!).

Gözler önünde işlenen kolektif bir cürme seyirci kalmak, insan ruhundaki birtakım direnç eşiklerini zayıflatabilir; az önce bahsettiğim gibi bunun geçmişte örnekleri var. Evet tartışma götürür olgular bunlar ama olup-biten pek çok hadiseye uygun bir arka plan teşkil ettiği de inkârdan gelinemez.

Son derece ciddiyete alınıp titizlikle araştırılması gereken bir yolsuzluk iddiasının, tam da suçluları hatırlatan bir telâş ve sinir nöbetiyle kapatılmaya kalkışılması ve bu esnada itham edilenlerin alelacele aklanarak, görevlerini yerine getiren görevlilerin bir yıldan beri hapislerde tutulması herkesin gözü önünde oldu. Her şey alenî idi! Türkiye, soğuk savaş döneminin SSCB'si değil çok şükür; onlarca polis memuru bir yıl önce tam da Ramazan günlerinde ‘Sahur operasyonu' ile tutuklandı ve o tarihten beri her şey, savcıların, hakimlerin, gazetecilerin hapse atılması gibi vahim gelişmeler kamuoyunun bilgisi altında cereyan ediyor.

Burası Gulag takımadaları değil, herkesin her şeyden haberi var ve işte bu bilgilenmişlik ortamı içinde toplumun verdiği kritik kararları büyük bir kesinlikle takib edebiliyoruz.

Dört kişiden birinin namaz kıldığını, üç kişiden birinin oruç tuttuğunu söylüyor araştırma şirketleri; en büyük araştırma şirketi ise 10 kişiden 4'ünün bile bile zanlıları himâye eden, yolsuzluğu hırsızlık saymayan bir zihniyeti onayladığını gösteriyor. Nedir bunun anlamı sizce?

Açık açık değil imâ ile konuşuyorum. Ne de olsa bu bir bayram yazısıdır!