Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Günü kurtarmak, seyirciyi ekran başına mıhlamak, kısacası televizyonculuk kriterleri açısından Kadir Çelik'in yaptığı program "başarılı" idi; ama programın "tırnaksız" ifadeyle başarısını teslim ettiğimiz asıl ciheti, berrak bir zihniyet otopsisine imkan vermesiydi; açık oturumda konuşulanlardan ziyade "konuşulamayanlar"ın, konuşanlardan ziyade konuşamayanların niteliği daha çok öğreticiydi.

Bizim kuşak, gençlik kavgalarının zihni ve ideolojik arka planını bütün koordinatlarıyla tanıyacak kadar tecrübe edindi; ama pahalı ve son derece gereksiz bir tecrübeydi bu. Programda kendisine ilk olarak söz verilen delikanlıyı dinlerken bu tecrübenin ne işe yaradığını düşündüm ve zamanın ne kadar izafi olduğunu bir kere daha teslim ettim: Kurulmuş otomata benzeyen öğretilmiş mantık yapısı, örgüt disiplininin katılığından donuklaşmış bakışları ile o eli yüzü düzgün delikanlıyı dinlerken birden 1979'a dönüverdiğimi hissettim. Karşı tarafı yok sayan, diğer görüşleri doğuştan "butlan" ile malul bulan o tahlil fukaralığının yeni nesle nasıl öğretildiğini merak ettim; merakımı, seyirci sıralarında oturan "ağabey" mevkiindeki şahıs teskin etti. Ezberletilmiş, "özerk, demokratik, ücretsiz üniversite" diskurunu bir nefeste sular seller gibi sıralayan delikanlı, bu taleplerin sadece kendisi gibi düşünenleri ilzam ettiğini sanıyordu. "Karşı taraf" yoktu zaten; karşıda "Kahramanmaraş katliamını" yapan Ülkücülerle, "Sivas'ta aydınları diri diri yakan" gericiler vardı. Bunlar topyekun faşistler oluyorlardı. Faşistler, "Pinochet veya Hitler örneğinde olduğu gibi" bu dünyadaki aklı başında herkes tarafından suçlanması, itham edilmesi, yok sayılması ve hatta imhası gereken bir "insanlık arızası" idiler. Bunlar tifo, verem, cüzzam, kolera gibi insanlığın ortak düşmanı sayılması gereken mikroplardı ve faşistlere karşı tavır almak o çocuğa göre insanlığın çağdaş ve ortak değerlerinden birisiydi.

O anda, "vay canına" demekten kendimi alamadım; bu yaşımda bile şu delikanlı kadar fikir selametine erişemediğime hayıflandım; "karşı tarafı da dinle" kuralını koyan Roma hukukçularının saflığına acıdım.

Çocuk, karşı tarafa tifüs mikrobu muamelesi yapmaya öylesine alıştırılmıştı ki, tartışma salonuna bile sokulmayan yüzlerce arkadaşının yokluğundan rahatsızlık bile duymadan ezberini seslendirip gidiyordu; diline pelesenk ettiği "demokratik üniversite" modeliyle aslında neyi özlediği açıktı. Delikanlının, kendisi gibi olmayan ve kendisi gibi düşünmeyen kimseye tahammülü yoktu. Taktığı at gözlüğü, zihni fukaralığının farkına varmasını engelliyordu.

Yetmiş bin küsur mevcudu olan bir üniversitede onun gibi kaç öğrenci olduğu tartışıldı sonra; sayıların da izafi değer taşıyabileceğini artık öğrenmiş olmalıydık. 12 Eylül öncesinde de sol fraksiyonlar arasında kendileri gibi düşünmeyenleri "tarihin cürufu" farz ederek onlara insanlık izzet ve onuru atfetmeyen grupların sayısı, adet itibariyle ehemmiyet taşımıyordu.

Kadir Çelik'in ısrarla cevabını aradığı "bu olaylar nasıl sona erer" sualinin cevabını bulamadık; ama problemin boyutlarını fark etmek, cevaptan daha öğreticiydi. Ürpererek farz ettim ki üniversitelerin "kan çanağı" haline gelmesini isteyenlere karşı bizim akıl ve feraset yardımıyla alabileceğimiz hiçbir tedbir yoktu; 12 Eylül öncesinde atla arpayı dövüştürenler, eğer şimdi yine aynı maksat peşinde iseler bu feci gelişmeyi geciktirebilecek veya önleyebilecek zihni bir fren cihazından mahrumduk. Bizim tecrübemiz bizim neslimize aitti ve bizim herhangi bir yolla bu akıldışılığı engellememiz mümkün değildi. Türkiye'nin içinde yaşadığı akıllara ziyan siyasi ve zihni atmosfer, iki kuşak arasında tecrübe aktarılmasını bile dumura uğratacak derecede bulandırılmıştı.

Zihnimde kalan son ıstırap verici tortu, küfür niyetine tükürülen "faşist, ülkücü" ithamlarının hala "popülaritesini" kaybetmediğini fark etmek oldu. İtina ile korunmuş ve biriktirilmiş bu kindarlığın sebebi üzerine düşündüm; manidar bir cevap bulamadım; kendilerini ancak düşmanları ile tarif edebilen bir zihniyetin acınası seviyesinden başka bir ihtimal gelmedi aklıma.

Yıllardır, "evine dön Türk solu, seni özledik" deyip duruyoruz; çağrının niçin "yok sayıldığını" şimdi az buçuk anlar gibiyim.