Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yine itiraf edeyim ki eğlendiren yazı yazmak, ciddi yazmaktan çok daha zor; Türkiye'yi kurtarmak, bir okuyucuyu tatlı tatlı tebessüm ettirmekten daha kolaydır kağıt üstünde.

Bugün sizlerle biraz hasbihal edelim ey okuyucu; az önce arşive baktım, takriben üç seneden beri her Pazar, ilâvenin bir köşeciğinde sizlere hoşça vakit geçirmeye uğraşıp durmaktayım. "Hoşça vakit geçirmek" için yazmak, tehlikeli bir tarif benim için. Nitekim bazı okuyucular, "bırak yemek tariflerini de ciddi şeylerden bahset bize" diyorlar. Sözün kısası burada gayrıciddi olmaktan ziyade daha az ciddi kıyafetli yazılar kaleme alıyorum. Lâf arasında yemek tarifini yeterince ciddi bulmadığını ileri süren okuyucuya da sitemimi iletmek isterim. Belki de yazar, okuyucuya vereceği çok önemli bir mesajı, yemek tarifi ambalajı içinde saklayarak takdim etmeyi düşünmüştür de okuyucu meseleyi sadece "pancar sarması" tarifinden ibaret sanmaktadır!

N'aber?

Geçiyoruz, okuyucuyu eğlendirecek şeyler yazmanın tehlikesinden bahsediyorduk. Gazetelerin hafta sonu ilaveleri, biraz da pazardan pazara gazete okuyan misafir okuyucu takımını hoşnud etmek ama devamlı okuyuculara da Türkiye gibi çok asık suratlı gündemle yaşayan bir ülkede insanlara, hadiselerin öteki tarafını işaret etmek gibi frekans değişikliğini gaye edinen bir maksatla yayınlanır, mâlum. Nitekim Pazar ilavesinde yazmam teklif edildiğinde, kendimi resmen ve alenen "eğlence sektörü"ne zorla itiliyormuş gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Neyse ki kendimi çabucak toparlamayı başardım ve hafta içinde gazeteye üç tane son derece ciddi, asık yüzlü ve âleme tepeden bakıp öğütler yağdıran yazılar kaleme aldıktan sonra hafta sonu faz değiştirip bir başka sûrette görünmeyi içine sindiren yazar kimliğine alışabildim.

Kolay olmadı!

Yine itiraf edeyim ki eğlendiren yazı yazmak, ciddi yazmaktan çok daha zor; Türkiye'yi kurtarmak, bir okuyucuyu tatlı tatlı tebessüm ettirmekten daha kolaydır kağıt üstünde.

Bilgisayar başında nice defa baykuşlar gibi saatlerce oturup eğlenceli konu aradığımı, yazının ortalarına geldikten sonra beğenmeyip sildiğimi, hatta aziz editörüm Hasan Sutay'a bir telefon çekip, "beni bu hafta idare ediver, ayıp değil ya, eğlenceli bir konu bulamıyorum" diye ricada bulunmayı düşündüğümü bilemezsiniz. Neticede Pazar yazılarından kaytardığım pek az vaki olmuştur ama size okurken sıkıntı veren her yazının ardında böyle bir sıkıntılı mesainin yattığını biliniz istedim.

Kim bilir, yine bu yazıyı da beğenmem, "Okuyucuyu, mesleğin sıkıntılı taraflarından haberdar etmeye ne hakkın var" diye kendime kızıp bir yenisine başlarım ama söz buraya kadar gelmişken sizlere bir küçük hikâye anlatmak istiyorum. Hikâyeyi okuduktan sonra, eğlenceli yazıların aslında ne kadar ciddiyet unsuru taşıyıp taşımadığı konusunda kararı siz verirsiniz.

Efendim fi tarih, ormanın kuytuluklarında gizli bir göl varmış. Bu gölün kıyısında yaşayan kurbağalar, bütün gün neş'e içinde vıraklayıp şarkılar söyleyerek günlerini gün ederlermiş.

Tâ ki o açgözlü kartal peydâ olana kadar!

O gizli gölü nereden bulduysa alçak kartal (Beşiktaşlılar hariç tabii), karnı acıktıkça çok yükseklerden keskin gözleriyle bataklığı kolaçan ediyor, sonra şimşek gibi inerek zavallı kurbağalardan birini pençeleyip kaldırıyor ve afiyetle yiyormuş.

Bir, üç, beş... Kurbağalar bakmış ki teker teker azalmaktalar ve göldeki kurbağa popülasyonu hızla azalırken, alçak kartal fazla kilolardan kurtulmak için her öğünden sonra fazladan üç tur daha atmaktaymış gökyüzünde...

Demişler ki, "nedir, bu duruma nasıl çare bulabiliriz?"

Kafa kafaya verip saatlerce düşünmüşler, sonra içlerinden biri "buldum" demiş. "Bilge kurbağaya soralım, o bilir!"

Gölün hemen o civarlarında yaşlı bir kurbağa yaşarmış. Hep birlikte vıraklayarak bilge kurbağayı ziyarete gitmişler. Demişler ki, "durum böyle böyle, bize bir akıl ver ki, teker teker avlanmaktan kurtulalım; soyumuz sopumuz kurumasın!"

"Hmm" demiş bilge kurbağa, hayli düşündükten sonra "durumunuzu anlıyorum; sizin için bir çare var ama bilmem ki becerebilir misiniz?"

"Nedir nedir" demişler, "söyle aynen yaparız, yeter ki söyle!"

"Kolay" demiş bilge kurbağa, "İşin sırrı birlik ve beraberlikte. Birlik olacaksınız. Kartalı gördüğünüzde hemen bir araya geleceksiniz ve kol kola girerek bir halka teşkil edeceksiniz. Kartal birinizi kapmaya çalışınca var gücünüzle yere tutunup ağırlık yapacaksınız ve kartal hiçbirinizi avlayamayacak!"

"Yaşa, var ol, sağ ol" deyip vıraklayarak uzaklaşmışlar. Tez geçmeden kartal görünmüş gökyüzünde. Kurbağalar hemen halka olup kol kola vererek yere sağlamca tutunmuşlar.

Kartal içlerinden birini kestirip aşağı doğru süzülmüş, süzülmüş...

Sonra o kurbağayı kaptığı gibi yükselmiş; tabii kol kola girmiş yüzlerce kurbağa ile birlikte...

Manzarayı yerinden seyreden bilge kurbağa, "vıraak" demiş kendi kendine, "Her gün akşama kadar gürültü edip duruyorlardı keratalar, iyi oldu; sessizlik ne güzel şeymiş birader."

Hikâye burada sona eriyor; bilge kurbağanın son cümlesini biraz değiştirdim ama anlam üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Peki bu hikâyenin kıssadan hissesi nedir?

Peşinen söyleyim, bu hikâyenin kıssası, artık emeklilik çağına gelmiş sağ politikacılardan birini veya birkaçını kasdetmiyor, sadece bilinen veya bilindiği zannedilen şeylerin öteki yüzünü de merak etmenizi hatırlatıyor.