Bîtaraf olan bertaraf olmaz

İnsana dair ilk teorik bilgiyi tabiat bilgisi dersinde almıştık ve bu sınıflandırma biçimi hâlâ geçerlidir: "İnsan, baş, gövde, kollar ve bacaklar olmak üzere üçe ayrılır."

Sonraki yıllar, insanın aslında daha kaç türlü tasnif edilebileceğine dair teorik bilgimizi artırmakla geçti ama gençliğimizin yaz mevsiminde tek klasmanlık bir tarife mıhlanıp kalıverdik. İnsan ikiye ayrılıyordu; sağcı ve solcu! Bir sağcı ile solcuyu birbirinden farklı kılan esasların ne olduğu kitaplarda yazar ama bizim yaşadığımız tasnif biçimi kitapta yazılanlara uymuyordu; öyle olsa, aynı ailenin birer yıl ara ile dünyaya gelmiş iki çocuğu sağcı ve solcu kimliklerini bu kadar tabii şekilde benimseyemezlerdi. Ne sınıf ve menşe farkı, ne farklı gelir seviyesine sahip olmak, ne okumuş—yazmışlık derecesi, ne de inanç ve mezhep gibi belirleyiciler bizim sağ veya sol kimlikleri benimsememizde doğrudan tayin edici olmadı.

Galiba bu psikolojik bir tercihten ibaretti

Geçen yıllar "sağ—sol" tasnifinin anlamlı ama tek başına belirleyici olmadığını gösteren tecrübelerle doluydu. Meselâ insanlar arasında emeğe saygılı veya düpedüz tembel veya asalak ruhlu diye bir tasnif yapmak pekâlâ mümkündür; bazıları kaba, diğerleri ince ruhlu ve naziktir ve bu gibi nitelikler, kişinin siyasi tercihlerinden veya seçtikleri hayat tarzından daha çok önemlidir. Kezâ başkalarının hakkına karşı hassas veya kaba bir bencillikle donatılmış olmak da daha az önemli sayılmaz. İnsanlar başkaları hakkında karar verirken bir kıstas kullanmak zorundadırlar ve dünyanın her yerinde "iyi"nin "kötü"ye tercih edilmesi, tek başına tarif edici değildir; ayrıca "iyi ve kötü" kavramlarının içinde ne türlü değer yargıları olduğuna da bakmak ve tarifini yapmak gerekir. Bu çerçeveden bakılınca Türkiye'de vaktiyle insanların başkaları hakkında hüküm verirken solcu veya sağcı olup olmadığına bakarak karar verdiklerine inanmak şaşırtıcı görünüyor; ne var ki öyleydi.

Türkiye'deki idrak edilme biçimine bakarak solculuğun veya sağcılığın aslında siyasi bir kimlik vasfı taşımadığını söyleyebiliriz; kendisini solcu diye tarif eden biri pekâlâ otoriter ve totaliter bir siyasi üslup taşıyabildiği gibi sağcılardan liberal, hoşgörülü ve demokrat ruhlu insanlara da rastlanabiliyordu; tersi de mümkündü elbette. Sağ sol ayrımında insani vasıflar ayrıca değerlendirmeye alınmıyordu. Belki de son derece sığ bir siyasi idrak seviyesi gerektirdiği için sözkonusu kavramlar bu kadar yaygınlaşabilmiş ve insanlar arasında ortak bir semboller dizisi oluşturabilmişti. Şüphesiz solcular da sağcılar da kendilerini "iyi" olarak tarif ediyorlardı; kesintisiz devrim kadar kıyamete kadar muhafaza edilmesi gereken değerler de "iyi" ve doğruydu. Bu basmakalıpçılık son tahlilde sair insani vasıfların ıskalanmasına yol açtığı için zalim ve kötüydü. Mesela "solcu" diye tanınan bir kişinin temel insani hasletler bakımından yüksek vasıflar taşıması, sağcılar tarafından ciddiye alınmadığı gibi aynı kişi hakkında "sol değerlendirme"lerde de pek kaale alınmıyordu; önemli olan davaya bağlılık, lidere itaat veya partiye (örgüte) hizmet gibi basmakalıp ama temelde totaliter ve otoriter vurgulardan ibaretti. Sağ—sol geriliminde "yalan" kavramı belirleyici değildi mesela; yalanın hangi istikamette tercih edildiği daha önemliydi; keza dürüstlük, ahde vefa, dostluk, komşuluk, hakka riayet, nezaket, temizlik, çalışkanlık gibi insani vasıflar da sağ—sol geriliminde birdenbire önemini kaybediyor ve anlamsız hale geliyordu.

İnsanları zıt kutuplar halinde tasnif edip, onlara yuvarlatılmış nitelikler izafe ederek kolayca sınıflandırmak şüphesiz kitle ruhuna kapılmış kişilere bir kafa rahatlığı ve sadeliği sağlaması bakımından kullanışlı bir icattır. Toplulukları kolay ve zahmetsiz idare etmek fikrindeki yöneticiler için bu türden "polarite"lerin (kutupluluk) daima güvenilir ve iyi iş gören bir araç teşkil ettiğini görüyoruz. Belki de bu yüzdendir ki Türkiye'de sağ—sol ayrımı fiiliyatta pörsümüş olmasına rağmen yeni isimler altında ve yeni terkipler biçiminde geçerliğini koruyor. Önemli olan kutupluluk halinin anlamlı olup olmadığı değil, bizatihi kutupluluk halinin devamıdır. Demokrat—liberal, laik—müslüman, ilerici—gerici veya hain—kahraman! Kitleler bu basit sınıflandırmaları kolayca anlayacak şekilde düz mantık ve asgari zekâ kullanmaktan hoşlanırlar ve böylece olup—biteni anlayabildiklerini sanmak onları mutlu eder; böylece hayatı yorumlayabilmek onurunu paylaşmış olurlar ve kendilerini önemli hissederler.

Halbuki gerçek de emek ister

Polariteyi icad edenler açısından durum daha farklı ve avantajlıdır; kutupluluk bir savaş çağrısıdır ve kitle insanına "bir an önce yerini seç" mesajını gönderir; "ilerici mi olacaksın, gericiliği mi tercih edeceksin?" Bu noktadan sonra ilericilik veya gericiliğin nasıl tarif edildiği önemli değildir. Fıtraten "gerici" zihniyetteki bir adam bile, bu kışkırtıcı çağrı karşısında suskun kalamaz ve siperini seçer. Sipere girenlerin yönetilmesi artık kolaydır çünkü onlar karşı tarafın baskısı ve tehdidi altında bulunmak psikolojinin tesiriyle hemen yeni bir "kitle" oluştururlar ve aslında nasıl ve hangi kalitede yönetildikleri ile ciddi surette meşgul olmazlar. Bir kampa dahil olmak dayanışma ruhunu artırır, irili ufaklı şahsi ve insani zaafların hoşgörülmesini temin eder ve kişiyi en ucuzundan "siyasi insan" haline getirir.

İnsanların aslında daha uzun ömürlü, ezeli ve ebedi kıstaslara müracaat edilerek tasnif edilmesi gerektiğini nice zaman sonra farketmek üzücü; mesela kırmızı ışık yanarken otomobili ile yaya geçidini kapatan sürücü, yukarda sözü edilen siyasi kutupların veya hayat tarzı tercihlerinin birine ait olmayı hak etmiyor; kaldırıma tükürenler kadar riyâkarlar ve daha nice benzerleri de bir hayat tarzının veya siyaset felsefesinin taraftarı olmak onuruna hak kazanmıyorlar. Bu durumda ezeli ve ebedi insani değerleri, siyasi veya felsefi kimliklerin önüne koymak gereği ortaya çıkmaktadır ve bunun insanlık tarihinde yeni bir fikir, yeni bir safha olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. İnsanlığı etkileyen bütün önemli öğretiler, dinler, ahlâk telakkileri, klasik onurunu kazanmış sanat ve fikir eserleri aslında ezeli ve ebedi insani değerleri konu edindikleri için uzun ömürlü değiller midir? İnsani değerlerin müşterek bir dil teşkil etmesi ne kadar dikkat çekici bir husus: Alçakgönüllülük evrensel bir dildir; insana saygının, başkalarının hakkına riayetin, yardımseverliğin, merhametin, dürüstlüğün veya samimiyetin bir başka dile çevrilmesi gerekmiyor ve herşeye rağmen beşeriyet dediğimiz kavram, bu ve benzeri gibi ortak değerler üzerinde yükselerek varlığını devam ettirebiliyor.

Hangi kıstas kullanılmış olursa olsun; insanlar birbirinden farklıdır ve farklılıklarını koruyarak bir arada, barış içinde yaşamak zorundadırlar. Bir arada barış içinde yaşamanın gerektirdiği ortak değerler içinde siyasi felsefe tercihleri hiç de hayati ve öncelikli bir önem taşımıyor. Beşeriyet, müşterek aklını kaybetmedikçe siyasi kimlik ve felsefe tercihleri hiçbir zaman ezeli değerlerin yerini alamayacaktır. Son iki dünya savaşı, beşeriyetin müşterek aklını askıya aldığı kriz dönemleri olarak örnek gösterilebilir. Bugün bir dünya savaşı tehdidi uzak bir ihtimal gibi görünüyorsa da siyasetçilerin "kolay yönetmek" saplantısı yüzünden son dünya savaşının tahribatına denk başka krizler yaşamamız da muhtemeldir ve esasen "Küreselleşme" adı altında böyle bir "ılık savaş" hali yaşamaktayız. Bu mânâda insanlık tarihi, insanlığın müşterek değerleri ile siyaset sınıfının ihtirasları arasında sıkışıp kalmış toplumların dramatik hikayesinden ibarettir. Gerçek acı ama açıkça görünebiliyor: Macchiavelli'nin cesur itiraflarından bu yana insanlığın müşterek değerleri, siyaset sahnesinde, —istismar haricinde— tamamen değersiz ve ihmal edilebilir bir vasıf taşıyorlar.

70'li yılların büyük politik yalanlarından biri de, "Bîtaraf olan bertaraf olur" aforizmasıydı; bu cümle doğruyu aksettirmiyor; yanılma hakkı kadar bîtaraflık hakkına da sonuna kadar saygı gösterilmelidir zira bîtaraflık hakkı, "vicdan hürriyeti"nin ayrılmaz parçasıdır.


Kaynak (Arşiv)