Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugünlerde sinema seyircisi hayli artmış olmasına rağmen özellikle büyük şehirlerde sinemaya gidenler, sanki sanat uğruna çok büyük fedâkarlıklara katlanmış gibi konuşuyorlar; haksız da sayılmazlar hani.

Şu an elimin altında Google sitesine tıklamak imkânı olmadığından filmin adında yanlışlık yapabilirim: "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" mıydı? O film işte; hani şu taşranın bir kasabasında sinema makinesi yapmak için uğraşan çocukların hikâyesi.

Filmi henüz seyretmedim; küçümsediğimden değil -ilk fırsatta seyredeceğim- ama seyretmesem de olur; çünkü o filmi bundan otuz beş-kırk sene evvel biz de çevirmiştik. Şu "film çevirmek" tâbiri şu anda bana sanki bir Türkçe hatasıymış gibi göründü. Şimdilerde moda tâbirle "film yapmak" deniliyor. Bizim zamanımızda film yapılmazdı, çevrilirdi. Meselâ "Fikret Hakan'la Orhan Günşiray yeni bir film çevirmişler, gördün mü?" filan denirdi.

Bugünlerde sinema seyircisi hayli artmış olmasına rağmen özellikle büyük şehirlerde sinemaya gidenler, sanki sanat uğruna çok büyük fedâkarlıklara katlanmış gibi konuşuyorlar; haksız da sayılmazlar hani. Yağmur, çamur, tipi demeden yola çıkacaksınız, otobüslerde, dolmuşlarda, daha beteri özel otomobillerde trafik deryasına dalıp üstüne hayli yol yürüdükten sonra hatırı sayılır miktarda bilet parası ödeyeceksiniz. Sonra aynı eziyeti yeni baştan yaşacaksınız. Vallahi fedâkârlık! Halbuki bizim zamanımızda sinemaya gitmek fedâkarlıktan sayılmazdı. Haftada en az bir, ortalama iki kere sinemaya giderdik. Biletler şimdiki gibi pahalı da değildi; sinemayla ev arası ise siz bilemediniz on beş dakikalık bir yürüyüş mesafesiydi ve biz çocuklar isterdik ki her gün sinemaya gidelim. Sinema çalışanları arasında bir akrabası, komşusu, tanıdığı olanlar, reisicumhurun oğluymuş gibi tafra satarlardı. Bilet kuyruğunda bekleşirken makinistlere, fenerle yer gösterenlere, arada simit gazoz satanlara imrenerek bakar, "ne kadar talihli adamlar" diye düşünürdük.

İşte efendim makinistlerden birinin akrabası olan bir arkadaş, günün birinde elinde bir koçan kesik film ile çıkıp geliverdi. İşten anlayanlar bilir, makinistler bobinleri birbirine bağlarken bağlantı yerlerini asetonla eritip birbirine tuttururlardı. Her defasında bobinin ucundan on-on beş karelik bir kısmı makasla kestikten sonra ucunu jiletle kazıyıp aseton sürerek birbirlerine yapıştırırlar, artanı ise çöpe atarlardı. Bizim arkadaş çöpe atılan kesik film şeritlerini kucakladığı gibi getirmişti işte.

Sanki sinema ayağımıza gelmiş gibi sevindik. Hemen ışığa tutup pozitif slaytı andıran kareleri incelemeye başladık. Çoğu bulanık, mânâsız karelerdi ama içlerinde resim gibi net olanları da vardı. Rica minnet birkaçını ödünç aldık. Kesiklerin ardı gelince kıymeti düştü ve böylece hepimizin kesiklerden oluşan minik bir film arşivi oluştu.

Işığa tutup seyrediyorduk, iyiydi hoştu ama şu görüntüleri büyütemez, beyaz badanalı duvara düşüremez miydik?

Arkadaşlardan birinde fî tarihinden müdevver askerî bir dürbüne ait irice, pirinç mahfaza içinde bir merceği vardı ve o günlerde merceğini bize göstermek gafletinde bulundu. Merceği birbirimizin elinden kapıp didişirken kimin aklına geldi bilmiyorum, (benim aklıma geldi diyeceğim ama, kibirlenmekten çekindiğim için bu şerefi anonim bırakmaya karar verdim) "yahu niçin bir projeksiyon makinesi yapmıyoruz" fikri ortaya atıldı. Aslında o günlerde ortaokulun ikinci sınıfından itibaren fizik dersleri görmeye başlamıştık ama projeksiyondan filan haberimiz yoktu elbette; aslında içimizde daha önce projeksiyon makinesi gören de yoktu. Bir şey keşfedebileceğimizi fark etmiştik ve o şeyi imâl etmek istiyorduk; "istiyorduk" kelimesi yetersiz, "ihtirasla, kuvvetle, aşkla, dayanılmaz bir câzibe gücüyle istiyorduk" demek daha doğru olur.

Bir kiloluk zeytinyağı tenekesinin henüz nimetten sayıldığı günlerdeyiz. Ev kadınları bu gibi teneke kutuları çöpe atmıyorlar, biriktirip kapıdan geçen lehimciye banyo maşrapası, huni, süzgeç filan yaptırıyorlar; lâkin biz bu kutulardan bir tane ele geçirdik nasıl olduysa. Sonra kutunun alta gelen kısmında, (başta mutfaktan yürütülmüş ekmek bıçağı ve odunluktan getirilmiş keser olmak üzere) bir kısım iptidai âletler kullanarak merceğin yerleştirilebileceği kuturda bir yuvarlak delik açtık.

Bize bir de ışık kaynağı lâzımdı. Makinistin akrabası olan çocuk makine dairesinde görmüştü, "âletin içinde ark kömürü yanıyor, oradan çıkan kuvvetli ışık perdeyi aydınlatıyormuş." Birkaç metre kablo, bir uyduruk duy ve fiş ile 60 vatlık bir ampulü nasıl bir araya getirdiğimizi hatırlamıyorum ama ampulü, teneke kutunun öteki ağzına tamamen açarak yarıya kadar içeri soktuğumuzu ve annesinin evde olmayışını ganimet bilen bir arkadaşın evine hırsız gibi girerek gündüz gözüyle bütün perdeleri çektikten sonra fişi prize soktuğumuzu gayet iyi hatırlıyorum. Karşı duvarda ampul flamanının şeklini aksettiren bulanık bir ışık halesi belirince, müteveffa Edison gibi sevindiğimizi de.

Neticede hayli uğraşıp denemeler yaptıktan sonra ışıkla mercek arasına yerleştirdiğimiz film kesiğinin ters görüntüsünü duvarda netleştirmeyi ve neredeyse masa kadar iri bir görüntü elde etmeyi başarmıştık.

İmkân verilse sinema makinesi bile yapar, hatta DVD teknolojisinin icadını bile 30 sene geriye çekebilirdik; ama arkadaşın annesi evine vakitsiz döndü ve bizim sinema teknoloji üzerine geliştirdiğimiz bütün emeller suya düştü.

Bu memleketten icabında nice Bill Gates'ler çıkar ama bırakan mı var birader?

Bizim film böyle yarıda kaldı işte. Merak ediyorum, "Karpuz kabuğu" filmindeki çocuklar bizi geçebilmişler midir?