Biz Türkler, ''İslâm Dünyası''nın neresindeyiz?

Yarının dünyasını, dünya dengelerini bilemeyiz ama tahmin edebiliriz; kesinlikle bilmemiz gereken şey, yükümüzün, diğerlerine göre iki misli ağır oluşudur. İslâm dünyası! Böyle bir dünya fiilen var mı, yoksa biz, halkının çoğu Müslüman olan ülkeleri yanyana veya alt alta yazarak bir "İslâm dünyası"nın varlığı hakkında vehim mi üretmekteyiz?

Gerçek şu ki, vaktiyle böyle bir dünya vardı ve bu dünyanın varlığı, Müslüman kimliğiyle tanınmış kimselerin hükümet ettikleri büyük devletlere (Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar vb.) bağlı da değildi; böyle bir dünya vardı çünkü o dünyaya hayatiyet ve dinamizm kazandıracak irtifâlarda fikir ve ilim üreten bir akîl insanlar topluluğu mevcuttu. Bu dünyanın siyasi yöneticileri, dünyevi hükümranlığın bir imtihan sebebi olduğunu biliyor, en azından din ve dünya işleri arasındaki dengeyi birbirinin aleyhine küçümsememek gerektiğini ihtar eden bir zihnî iklim içinde yaşıyorlardı. İslâm dünyasının "var olmak" iddiasını kaybetmesi, işte bu zihnî iklimin dağılmasıyla vukubuldu. Bu noktada "din", insanlar için hayatı hergün yeniden göğüslemek ve yorumlamak gücünü kaybettikçe Müslümanlar da artık başkalarına ait hale gelen dünyada bir misafir veya sığıntı gibi yaşamaya başladıklarını hissettiler. "Öteki" tarafın değerleri dünyayı istilâya başladı ve Müslümanlar kendi değerlerinden şüpheye düştüler. Çöküş asırlarını geciktiren en mühim âmil, İslâm dünyasına beş asırlık bir "temdid" süresi sağlayan Osmanlı gerçeği oldu. Hazreti Süleyman"ın âsâsı gibi, Osmanlı asırları, İslâm dünyasının zaafiyetlerini perdeledi. Ne var ki, "Allah ihmâl etmez, imhâl eder", yani "hiçbir şey O"nun bilgi ve kudreti haricinde cereyan edemez, O vâ"dinde sâdıktır ancak bazen verdiği süreyi uzatabilir" meâlindeki hükmün doğruluğunu gördük. Vâ"de bitti ve biz artık en azından bir asırdan beri kendi doğrularımızın, değerlerimizin ve kıymet hükümlerimizin geçerli olmadığı bir dünyada sığıntı gibi yaşıyoruz. Allah"ın vâ"di ve kitabındaki hükümler haricinde, vaktiyle Müslümanlar tarafından zihni ve bedeni gayretlerle inşâ olunmuş bütün bilgi ve eserler cümlesi, yürürlükten kalkmış ve işe yaramaz haldedir. Vaktiyle ürettiğimiz bütün bilgiler bugün fersûde, inşâ ettiğimiz eserler harâbe; "bize ait bir dünya" tasavvuruna ise şüpheyle bakıyoruz. Enerjimiz tükenmiş, mârifetimiz körelmiş ve inancımız zayıflamıştır. İslâm dünyası; bugün için bu kavram, yeni dünyanın köleleri veya lümpen proleteryası olmak ihtimâlinden başka mânâ ifade etmiyor. Kötümser bir tablo bu ama insaf, geçen yüzyılın başlarında Mehmet Akif Bey de aynı şeylerden sikâyet ediyor, aynı hacâletle sızlanıyordu. Bir asırdan beridir sızlanma ve şekvâ halindeyiz; buna da şükretmemiz gerekecek belki; en azından birşeylerin eksikliğini hissediyor ve dilimizin döndüğünce dillendirebiliyoruz. Bugünün gidişatı, yarının daha beter olabileceğini ihtâr ediyor. Alâmetler mâlum: ABD"nin Irak harekâtı, bugünden yarına Ortadoğu"daki İslâm ülkelerine artık -zelil halde de olsa- kendi başlarına yaşamayacaklarını ihtar eden politik işaretlerle dolu. Sebebi petrol veya stratejik çıkarlar olsun, ABD, İslâm ülkelerini doğrudan yönetmeye bu coğrafyada kendinden başka hiçbir ülkeye inisiyatif tanımamakta kararlı görünüyor. Halen Türkiye"ye gönderilmekte olan "ayağınızı denk alın" yollu soğuk mesajlar, "yeni dünya düzeni" içinde Türkiye"ye şimdilik "mutlak hareketsizlik ve inisiyatifsizlik"ten başka rol biçilmediğini gösteriyor.

.....

Bu sene bir arkadaşım Hacca gitti; dönüşünde yarım saat kadar sohbet ettik, mâlum, "ne yiyip içtiğin sana, neler gördün Hacı bey" sualiyle başlayan konuşmanın bir yerinde arkadaşım dedi ki, "Beni tanıyorsunuz; etnik açıdan kimlik tarifi yapılacak olursa Türk değilim; Babam Kürt, annem Arap asıllıdır. Açıkçası bugüne kadar Türk milliyetçiliği fikrine olsun, Türk milliyetçiliğine olsun iyi gözle bakmadım, yadırgadım; çünkü bu diskurun bizim gibi insanlar üzerinde itici bir tesiri var. Bu yüzden kendimi bu millete ait hissetmekle beraber "ne olacak bu memleketin hali" sualine hep İslâmî hassasiyeti öne çıkaran cevaplar aramaya çalıştım. Ne var ki Hac seyahati esnasında yaşadıklarım ve gördüklerim beni fikirlerimi değiştirmeye zorladı; anladım ki, İslâm dünyası içinde Türklerin yeri, önemi ve rolü tartışılmaz. Bu rol önderliktir."

....

Yıllardan beri aynı şeyleri hissetmiş ve dillendirmiş birisi olarak önyargımın doğrulanmasından hoşnutluk duyduğumu gizlemeyeceğim; ne var ki bu hoşnutlukta "millici" hassasiyetlerimin okşanması mevzubahis bile olamaz. Türkiye"de aydın sınıfının sağcısı-solcusu ile "etno-sentirik", yani Türk merkezli bir düşünce yapısına kilitlendiği doğrudur ve bu durum, hiç şüphesiz dünyada olup bitenleri kavramakta bizi zaafa düşürüyor. Ama Türkiye"nin İslâm dünyası içindeki yeri ve misyonu hakikaten hafife alınmayacak kadar avantajlıdır. Nasıl bir avantaj bu? Bizim avantajımız, "öteki"ni temsil eden batı âlemi ile asırlar boyunca etle tırnak mesabesinde yakın temas içinde olmaktan, diğer İslâm topluluklarına göre daha erken bir zamanda batılılaşma cereyanlarına uğramaklıktan ve batılılaşma ile karınca-kararınca hesaplaşma cehdinde mesafe almaklığımızdan ileri geliyor; elbette "Osmanlı mirasını tevarüs eden toplum" olmanın da Türklere tabii bir önderlik duruşu temin ettiğini hesaba dahil edebiliriz. İşin açıkçası, herşeye rağmen biz Türklerin, İslâm dünyası içindeki tabii önderlik duruşu, bize nisbetle diğer İslâm topluluklarının daha sefil ve zelil, daha eğitimsiz, mesleksiz ve fukara olmasında da aranmalıdır. Herşeye rağmen nisbî bir önderlik duruşundan bahsedebiliriz.

Yarının dünyasını, dünya dengelerini bilemeyiz ama tahmin edebiliriz; kesinlikle bilmemiz gereken şey, yükümüzün, diğerlerine göre iki misli ağır oluşudur.

BİR PORTRE: ERCAN ARIKLI"YI NASIL TANIDIM?

Tarihi büyük ihtimalle 1995 veya 96 yazı olmalı. Hangi vesileyle İstanbul"a yolumun düştüğünü hatırlamıyorum. Zaman gazetesinin kültür servisinde gençlerle haşır-neşir olduktan sonra aklıma düştü, "Yahu biriniz beni Aktüel dergisine götürsün, şu kadar zamandır dergide yazıyorum da daha bir çaylarını bile içmedim" diyecek oldum. Ömer Faruk Şerifoğlu, "Gazeteye yakın abi" dedi. Birlikte bir taksiye atlayıp Sabah"ın İkitelli"deki binasına gittik. Beş yıldızlı bir otelin resepsiyonunu andıran girişte güvenlik taramalarından geçip o günlerde Aktüel"in genel yayın müdürlüğünü yapan Metin Soysal"ın odasına gittik; o güne kadar hep telefon veya faks aracılığı ile görüştüğümüz editörle tanışıklığımızı gıyâbîden vicâhiye çevirip kahve içerken, içeriye uzun boylu, zayıf, şık giyimli bir adam girdi. Metin Soysal, "Ercan Arıklı" diye tanıttı. Eksik olmasın, övücü sözlerden sonra, "Niçin İstanbul"a yerleşmeyi düşünmüyorsunuz?" diye sorduğunu hatırlıyorum; "önce üniversitelerden birine geçersiniz, daha yakında olursunuz". Teşekkür ettim, düşüneceğimi söyleyip ayrıldım.

Ercan Arıklı"yı böyle tanıdım; tanımak bile denmez aslında. Ölümünden sonra yazılanlara bakarak anlıyorum ki, yerli filmlerin meşhur repliğinde hep tekrar edildiği gibi "ayrı dünyalar"ın insanlarıymışız. 1994"te başlayan Aktüel"deki yazı hayatım tam yedi sene sürdü; bu süre zarfında Aktüel"e iki üç yıl sonra bir kere daha kahve içmeye gittim hepsi o kadar. Metin Soysal"la hukukumuz hâlâ devam eder. Yedi sene boyunca birbirimizi üzmediğimizi tahmin ediyorum; karşılıklı saygıya dayanan yedi yıllık Aktüel maceramın bu kadar problemsiz yürümesinde herhalde Ercan Arıklı"nın bir payı vardı.

Gittiği yer, herkesin Allah'ın mağfiretine muhtaç olduğu bir yerdir; Allah rahmet etsin. Yakınlarına başsağlığını dilerim.


Kaynak (Arşiv)