Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Cami çıkışında onu, cemaatten yardım parası talep edenler sıralamasının en sonunda gördüm.

İlk sırada çok ünlü bir vakıf adına, ama senede sadece bir kere yardım isteyen görevlinin mukavva kutusu vardı. Onu kılım bile kıpırdamadan geçtim. İkinci sırada, imam efendinin hutbeyi bağlarken mûtad edindiği anlaşılan, “Bu hafta da camimize yardım etmeye devam ediyoruz” konsepti içinde işini yapanlar vardı, onları da geçtim. Üçüncü sırada, resmen, alenen ve dümdüz fakat hiçbir şey söylemeden para dilenenler bulunuyordu. Hâliyle onları da geçtikten sonra mesafe itibariyle camiye en uzak yerde duran o genç hanımı gördüm. Düzgün bir retorikle birşeyler söylüyordu; galiba geçirdiği ağır rahatsızlık sebebiyle hastanede yatmakta olan kardeşi için yurtdışından ithal edilmesi gereken ilâcın parasını denkleştirmek maksadıyla bizlere müracaat etmek zorunda kalışından bahsediyordu. Belge meraklıları için elinde bazı kâğıtlar da yok değildi!

İlk üç talebe soğukkanlı bir yaklaşımla aldırış bile etmeyen hamiyetperverliğim, senaryo eseri olduğu her haliyle belli bir profesyonel dilenme müsâmeresinden etkilenecek miydi? Ne yazık ki cuma çıkışı bütün rasyonelliğim üzerimdeydi ve yardım parası taleb edenleri tek tek eleştiri süzgecinden geçirmekte pek istekliydim: İlk sıradaki ünlü vakıf, yardım toplamak yerine bilakis başkalarına yardım için kurulmuştu ve -bakınız hayrettir- son derece güzel hizmetlerde de bulunuyordu esasen. Bunca izzetli ve itibarlı faaliyetin ardından cami kapısına mendil sermelerini yakıştıramamıştım herhalde...

Böyle buz gibi soğukkanlı düşünmekten memnun muyum sanıyorsunuz; bundan on sene kadar önce yine huysuzluğum tutmuş, cami kapılarına serpiştirilen Kur’an kursu öğrencilerine para toplama talimatı veren müftülüklere veryansın etmiştim; “Bu çocuklar hâmil-i Kur’an idiler veya o yolda delikanlılardı; onları yılda birkaç kere teberrû için insanların karşısında sızlanmaya zorlamak, vakarlarını haleldâr etmez miydi; Kur’an kurslarının patates, mercimek, un bulgur ihtiyacını karşılamak için ille de bu çocukları sokağa salmak mı gerekiyordu?” Homurdanmalarım ciddiye alınmış olmalı ki artık pek rastlamıyorum bu uygulamaya; yoksa yanılıyor muyum?

İkinci sıradaki mûtad; “Camimize yardım edelim, boş geçmeyelim” terânelerini de artık ciddiye almamak gerektiğini düşünüyorum. “Falan ihtiyaç için şu kadar para lazım” diye insanları bilgilendirmek yerine “Her hafta vereceksin kardeşim uzatma!” edâsı canımı sıkıyor çünkü. Belki kızacaksınız fakat, “Halimden de anlıyorsun ki ben sadakayla geçiniyorum; belki benim cebimde senden daha çok para var ama işim bu, verirsen ne âlâ, yoksa canın sağolsun” duruşundaki dilenciler biraz daha mâsum, daha mâkul geliyor bana.

O genç kızı da son cümleden saymış olmalıyım ki, “Bayat numara, çok gördük bunlardan” deyip geçtim ama elli metre sonra aldı beni bir ince fikir: “Yahu tamam da, ya doğru söylüyorsa bu kızcağız, ya hakikaten yaşadığı sürekli ihtiyaç durumu, onu cami kapılarında pişkin ve ezberlenmiş merhamet tiradlarını tekrarlamak zaruretinde bırakıyorsa...”

Ey sorumluluk; ey terden ıslanmış ve kirlenmiş bir gömlek gibi kolayca ve düşünmeden eynimizden sıyırıp terkettiğimiz sorumluluk... Ey, uydurduğumuz yalan ninnileriyle uyutup kucağımızda salladığımız ve her defasında hemen kandırıverdiğimiz vicdan... En berbat senaryo ise şu: ya o kızcağız hakikaten yalan söylüyor idiyse... Yani kendisi bile uydurduğu hikâyeye inanmıyor, ara sıra oltaya düşen saftiriklere gülüyor ve ilk fırsatta hasılatı sayıp “Bugün de yevmiyeyi doğrulttuk” diye memnun oluyorsa...

Neticeyi merak ettiniz tabii; geri dönmedim, vicdanımı uyuştururcasına ve göz göze gelmemeye çalışarak o genç kızın avcuna üç-beş kuruş bırakmadım. Yürüdüm gittim, şimdi de kendime kızıyorum, “Aldanan ol da aldatan olma” altın ölçüsünü hatırlamadığım için.