Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hadise 1968 yılında Aşkale’deki tugay karargâhında cereyan ediyor. Tugayın kurmay başkanı o gün, tugay adli subayını çağırıyor,-Yabancı üst düzey subaylardan kalabalıkça bir grup, tugayı ziyarete gelecekler.

Yemek olarak tavuk vermeyi düşünüyoruz! Yanınıza subay gazinosu aşçısını da alın, 10 adet kadar tavuk lazım. Bu ara çok çalıştınız yoruldunuz. Siz de biraz dinlenir kır havası alırsınız.

Asteğmen “Emredersiniz” diyerek işe koyuluyor. Hikâyenin gerisini genç asteğmenin kaleminden takib edelim.

1968 yılında bugünkü gibi pişmeye hazır, paketlenmiş piliç yoktu. Hele ki Aşkale gibi küçük bir yerde. Diğer yandan da, koca tugayda yüzlerce subay, astsubay varken, tavuk almaya niçin görevlendirildiğimi de anlayamamıştım. Yanıma; subay gazinosunun sivil aşçısını da alarak hemen işe koyuldum. En yakın köyden tavukları alır, 1-2 saat içinde görevime dönerim diye düşünüyordum.

Aşkale-İspir arası sağlı sollu bütün köylere uğradık. İlk köyden başladım; tek cevap alıyordum,

-Kumandan Bey, tavuk değil yumurtamız bile yok... Teğmenim yumurta bile yok... 10 değil bir pilicimiz bile kalmadı... Tavuk, horoz mu kaldı ki, hastalıktan hepsi kırıldılar!

Akşama doğru eli boş olarak tugaya dönerken, bir yandan, “Tugayda bu kadar subay, astsubay var. Başkanım tavuk alma gibi basit bir görevi bana niye verdi ki?” diye düşünürken bu kadar basit bir görevi bile halledememenin sıkıntısı içindeydim. Evet o kadar köy dolaşmış, değil tavuk, horoz, bir tek yumurta bile alamadan tugayımıza dönüyorduk.

Akşam yaklaşıyor, benim huzursuzluğum artıyor. Diğer yandan aşçımızla alternatifler düşünürken, yolun solunda, akşam güneşinin sanki özel olarak yönlendirilmişçesine aydınlattığı bir köy camisinin, ahşap minaresi, dantela gibi işlenmiş el işçiliği yapısıyla dikkatimi çekti.

Minarenin bulunduğu köye girdik, yanımdan eksik etmediğim fotoğraf makinesi ile bu minarenin ve caminin fotoğraflarını çekmek istiyordum. Minare tahtadan yapılmıştı, boyasızdı, yılların çetin iklim şartları, karı yağmuru tahtanın rengini griye dönüştürmüştü ama sanat, estetik ve sabrın birleştiği harika bir eserdi. Hem de ücra bir köyde.

Ben minarenin fotoğraflarını çekerken yanıma, sonradan köyün muhtarı olduğunu öğrendiğim orta yaşlı bir bey yaklaştı;

-Kumandan bey, caminin içinin işçiliğini görsen, bura ne ki!.. deyince caminin içini görmeye ve fotoğrafını çekmeye karar verdim. Çocukluktan beri cami, ibadet yeri ve buralara giriş adabına hep riayet etmişimdir. Caminin hemen karşısında, gürül gürül akan çeşmede abdest alırken fark ettim, o günlerde Almanya’da çalışan işçilerimizin getirdiği meşhur bir marka açılmamış bir paket sabun küçük bir tabak içinde, çeşmenin göğüs taşının üzerine bırakılırken yanına hiç kullanılmamış, askı yerinde “Made in Germany” yazan pırıl pırıl da bir havlu konuyordu.

Caminin içi hakikaten sade fakat emek ve sabır isteyen güzel bir ağaç işçiliği eseri idi. Bu güzel camide ibadet etmenin tadını da aldıktan sonra fotoğrafları çekmeye başlamıştım ki, caminin hocası geldi, “Kumandan bey, ışık az geliyorsa lüks lambasını yakayım.” dedi.

Lüks lambasının ışığında birkaç poz resim çektim. Çok kibar ve bilgili olduğu her halinden belli olan Hoca Efendi ile ayaküstü tatlı bir sohbetten sonra camiden çıktım. Araca doğru bakınca gözlerime inanamadım.

Evet, ayakları bağlı, üst üste yığılmış bir horoz-tavuk kümbeti, yanında sonradan içinde yumurta olduğunu gördüğüm kocaman kulplu bir sepet ve bizim aşçıyla sohbet edip çay içen 15-20 kişilik köy sakini ve çocuklar…

Ben de yanlarına gittim. İmam efendi, muhtar ve köylüler hoş geldin dedikten sonra, ayran ve çay ikram ettiler. Muhtar, imam efendi samimi, candan bir ısrarla akşam misafirleri olarak kalmamızı istiyorlardı. Ben ise onlarla sohbetten büyük zevk alacağımı ancak mecburen birliğime dönmem gerektiğini belirttim.

Bu arada tam 37 adet tavuk, horoz toplanmıştı. Bize ise 10 tavuk lazımdı bu kadarı fazla olur demem üzerine muhtar, “Teğmenim, bunlar daha geri gitmez, hangi evlerden geldiği de belli değil, siz hepsini götürün, afiyetle yiyin” diye ısrar etti; bunun üzerine tavuğun bu kadar zor bulunduğu bu ortamda hepsini alır, artan kısmını arkadaşlara dağıtırım, hiç olmazsa makbule geçer, diye düşündüm.

Tavukların bedelini vermem gerekiyordu ama kesinlikle almak istemiyorlardı. Ücretini vermezsem alamayacağımı ifadeye çalıştım. Bir hayli uğraştan sonra, çok makul bir bedeli âdeta zorla ödeyerek ve bir de bu güzel insanlarla hatıra fotoğrafı çektirip köyden ayrıldık.

Köyü birkaç kilometre geride bıraktıktan sonra, kendisi de Aşkale’nin yerlisi aşçımıza sordum;

-Usta, sabahtan akşama birçok köye uğradık. Değil tavuk, horoz bir yumurta bile bulamadık, alamadık. Ne oldu ki burada, bir de bize 10 tavuk lazımken, 37 tavuk, horoz, bir koca sepet yumurta bulundu ve bedellerini de zorla verdik. Kaldı ki bu köye, tavuk için değil fotoğraf çekmek için girmiştik. Nedir bu iş?

Usta konuyu şöylece özetledi;

-Teğmenim, siz abdest alıp, fotoğraf çekmek için camiye girince, muhtar olduğunu söyleyen o zat yanımıza geldi. Sizi sordu, ziyaret sebebini sordu. Ben de durumu anlattım; “Teğmenim, uzaktan minarenin güzelliğini görünce, fotoğrafını çekmek için köyünüze uğradık.” dedim. Bunun üzerine muhtar,

-Vah vah, böyle bir subay, sabahtan akşama gezsin de tavuk bulamasın, yazıklar olsun bize, dedi. Hemen çocukları evlere gönderdi. Birer ikişer tavuklar, horozlar toplandı…

Kilometrelerce yol kat edip, sabahtan akşama kadar dolaştığımız hiçbir köyden tavuk değil, yumurta bile alamamıştık.

Bu köye de sırf fotoğraf çekmek için girdik.

Cami ve mescit ziyaret usul ve erkânını çocukluktan beri bilirim ve titizlikle uyarım. Evimiz caminin karşısında idi… Kaldı ki; camiler sıkça gittiğim mekânlardır.

Tek kelime ile tarafımızdan hiçbir talep olmaksızın bu insanların, candan yaklaşımlarının sebebi neydi?

Sebep; onlar, yani halk, yani kamu, kim olursak olalım bizlerde bir şeyleri görmek istiyorlar, onu göremeyince de bizleri yadımlıyorlar !..

Komutanım iyi ki tavuk almaya beni göndermiş, bu bir tesadüf değildi. Arayanlar bilenler için bir hikmetti. Bu olay benim bir hayat boyu yetecek tecrübe kazanmama ve bunu yeri geldikçe anlatmama vesile oldu.

Çünkü bu bir “Tavuk Hikâyesi” değildi.