Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Aralığın ikinci yarısını devirmek üzereyiz: Tık yok! Bir ara ufuk bulutlanıyor, yarım yamalak kararmış bulutlar sanki bir şey yapabilirmiş gibi alçalıp birkaç kar tanesi döktükten sonra dengini toparlayıp savuşuveriyor. Ardından gelsin güneş, doğsun yıldızlar.

Ayıptır söylemesi, bu gibi durumlarda hep eskilerin, "kış kışlığını bilmeli, kuş da kuşluğunu" sözünü hatırlıyor, tedirgin oluyoruz. Güzün ekilen tarlaların bağrı, aklı bir karış havalardaki delikanlılar gibi açık; ya ayaz kavurursa!

Küresel ısınma sebeb oluyormuş. Bu izahı, "Ne ısınması yahu, biz burda hâlâ tir tir titriyoruz" diye yorumlayan vatandaşın meseleyi kavrama şeklini saygı ve anlayışla karşılıyorum. Yeryüzünün bütün fabrikalarında ve çevreyi kirletici şeyler püskürten bilumum tesislerinde, iklimin huyunu bozacak derecede büyük ve etkili bir faaliyet yapılabildiğini havsalam bir türlü kabul etmiyor. Meselâ vaktiyle, "sprey kullanmayın, içindeki gazlar atmosferi deliyormuş" dedilerdi. Rivâyete göre biz spreyin düğmesine bastığımızda çıkan gazlar, gidip Kuzey Kutbu'nun üstündeki ozon tabakasında birikiyor ve oradaki koruyucu kalkanı tahrib ediyormuş.

Diyelim ki hakikaten böyle oluyor; peki niçin bu kötü gazlar Güney Kutbu'na doğru gitmiyor da illâ ki Kuzey'e yöneliyor, veya şöyle soralım; niçin atmosferin herhangi bir yerine değil de Kuzey Kutbu'na kafayı takmış durumda? Kuzey Kutbu, dünyanın bacası mı; eğer öyleyse niçin kötü gazlar, o bacadan hazır açılmış bulunan delikten çıkarak uzay boşluğuna karışmıyor?

Ben bilim düşmanı birisi değilim, fakat medyatik olmaya fena halde heves sardıran bilim adamlarının her dediğini gerçek zannederek sayfalarına taşıyan magazinci basın yüzünden bu türden haberlere artık ihtiyatla yaklaşıyorum. Bunların yüzünden pek çok insan kafayı yedi, aklını oynattı. Beş-altı yaşındaki el kadar kız çocukları, miniminnacık akıllarıyla diyet yapmaktan "peyhiz"den bahsetmeye başladılar. Sağlıklı ürün tüketmek meselesi, çoğumuzda saplantı haline geldi. Yirmi sene öncesine kadar "Beyazsaray" veya "Hacıbayram" edebiyatına giren, cami avlularında, çerçilerin sandığında satılan şifalı bitkiler kitaplarının yeni sürümleri, satış rekorlarını kırıp geçirmekte. Her gün müthiş bir icatla sarsılıyoruz. Amerika'da yaşayan doktorlarımızdan biri fındığı keşfediyor, ertesi gün bir başka bilim adamı ceviz diye bir yemişin varlığından haberdar ediyor bizi. "Vay canına yav" diyoruz! Soyanın sağlığa ne kadar faydalı olduğunu anlatan yazı dizileriyle, zararlarından bahseden uzman demeçleri aynı sayfaları paylaşıyor. Sağlıklı diye bilmediğimiz otları kaynatıp içiyor, sebze kırığı manzarasını andıran salata övünleriyle kifaf-ı nefs ediyoruz. Kırk yıllık margarinin bile "kalp dostu" versiyonu türedi. Büyük alışveriş merkezlerinde "sağlıklı ürün", bölümleri açılmaya başlandı, her şeyin "light"ı çıktı. İnsanlar bir araya gelince, sanki Mekteb-i Tıbbiye'de senelerce dirsek çürütmüşler gibi sağlık mevzuları üzerine birbirlerini aydınlatıyorlar. Gazete editörleri, muhabirlere, "aman ne yapın edin, bize sağlık haberi yapın" diye çocuklara olmadık ortaçağ işkenceleri reva görmekteler!

Uzmanlara derin hürmetimiz ve inancımız var; "sağlık endişesi çekmemek için en iyisi ölünüz" deseler, birilerinin bu öğüdü bile ciddiye alacağından şüphe etmeye başladım; kaldı ki "sıfır beden olacağım" diye metabolizmasını bozup sakat kalan, ölen kızların hikâyelerini bilmeyen yok.

İmdi bu küresel ısınma meselesinin de bu cinsten bir küresel efsane olup olmadığı hakkında ciddi şüphelerim var; elbette bu şüpheleri zihnimde evirip çevirirken suları, toprağı, havayı hababam kirleterek bize "sağlıklı" ürünler sunan sanayi tesislerinin faaliyetlerini hoşgördüğüm mânâsı çıkarılmamalıdır; hatta sınai üretimin sınırlandırılmasını ve tabii kaynaklarının insafsızca sömürülmesini yasaklayan Kyoto Sözleşmesi'ni desteklediğimi bile açıkça ifade etmek isterim. Bu noktada bana enayi yerine konulduğumuzu hissettiren husus, büyük devletlerin azgın bir iştiha ile babadan kalma usulle üretimini sürdürürken, bizim gibi kıyı-kenar ülkelerine tahditler getirmeye kalkışmalarıdır. Bu yüzden Türkiye'nin Kyoto Sözleşmesi'ni imzalaması için kampanya açan çevreci entel takımıyla aynı hissiyat içinde bulunmadığımı ehemmiyetle vurgulamak istiyorum.

Mesele şudur: İnsan eliyle üretilen kirlilik, atmosferde hakikaten sera tesirine yol açarak güneş ışıklarının dünyayı daha fazla ısıtmasına yol açmakta mıdır; eğer öyleyse bu dünyayı bizden daha çok seven Batılı ülkeler, kendilerinin bile inanmadığı dandik sözleşmeler yazıp altına imza atmaktan imtina ederken küresel ısınmanın derdi niçin bizi germektedir?

Varsın kışlar biraz daha sıcak geçsin; fakir fukaranın sırtı ısınır, daha az yakacak masrafı yaparlar diye düşünmekteyim; yanlış mı düşünmekteyim?

Bu arada, eski tabirle "leb-i derya", yani sahille dudak dudağa yerlerde ev yapan bir kısım vatandaşlarımızın, biraz daha tepelere doğru yerleşmesi gerekebilir; zira ısınma, kutuplardaki buzları erittiğinden (buyrunuz bir küresel efsâne daha!) denizler yükselmekte imiş. Bu durumda nesillerden beri yaylaları mekân tutmuş bizim gibi gariban takımının öyle fazlaca endişelenmesi gerekmiyor demektir. Bakınız işte bu, Amerikalıların dediği gibi "iyi haber"in ta kendisi değil midir?

Toparlıyor ve bu konuyu, gayet iyi bildiğiniz bir fıkrayı hatırlatarak kapatıyoruz.

Kırklı yıllarda bir köylü vatandaş oğlu ile tarlada çalışmaktadır. Bir ara çocuk, babasına sesleniyor,

-Buba, bak, bak; teyyare geçiyor!

Köylü elindeki küreği bırakıp gözlerini yukarı dikerek tayyareye bakıyor ve omuzundaki yağlığı ile terini sildikten sonra çocuğuna şöyle cevap veriyor:

-Elleme geçsin oğlum, biz işimize bakalım!